18 Aralık 2010 Cumartesi

Üzümünü Ye Bağını Sor-Nuriye Akman

Kitap 1997 yılına ait. İçindeki röportajlar ise 1995-1997 yılları arasında yapılmış. Röportajlar dışında bir de "Ben Üzümü Nasıl Yerim" başlığı ile Nuriye Akman, röportajların ve röportaj yaptığı insanların onda bıraktığı tad ve izlenimlerinden bahsetmiş.

Şevket Kazan-Çok acı bir tad.
(Ölüm oruçları ile ilgili sorulara sinirlenen Şevket Kazan röportajı bırakıp gidiyor. Nuriye Akman da ona soramadığı soruları yazmış.)
Şefika Kutluer- Çok derin. Tadın derini nasıl olursa öyle.
Ahmet Bican Ercilasun- Çok ekşi. Dimağım kamaştı.
(Buraya bakabilirsiniz.)
Erdem Yücel- Öfkenin tadı neyse o. Ama baldan acı bir öfke bu.
Atıf Yılmaz- Yıllanmış şarap tadı.
"Vahi Öz'e bir ceza vermek istiyorsunuz, bulduğunuz yöntem de ekibinizden birinin onun karısı Jale ile yatması. Bunun için de kibrit kurası çekiyorsunuz, Yılmaz Güney'e düşüyor bu görev. Şimdi bu nasıl bir dostlıuk, nasıl bir kadın ve dünya anlayışı, nasıl bir yabancılaşmadır?
-Çok haklısınız aslında bunu yazmamam lazımdı.
Yok iyi oldu yazdığınız. Aydın eğlencesi böyle mi oluyor?
...
107 film çektiniz. Kaçı işe yarar?
-30'u belki, bilmiyorum
...
Size başka ne sorulmasını isterdiniz?
-Sizin soracağınız hiçbir soru. (Kahkahalar)"

Yekta Güngör Özden- Sirke mayhoşluğu.
İsmet Özel- Şekeri hüznünden. Hüznü şiirini yüklenmemden.
Suna Kan- Buruk. Üzüm değil de koruk tadı.
Peki 50 yıldır bu müziğin içindesiniz. Artık bir Fransız'ın bir Alman'ın sizin Türkiye'ye aidiyetinizle ilgili ne söylemesini istersiniz?
-Bana Atatürk Türkiye'sinin çağdaş Türk kadını deseler yeter. Ben Türk olmaktan hakikaten çok mutluyum


Azmi Karamahmutoğlu- Duman tadı. Boğucu.
"Çok dayak yediniz mi?
........
Ayıp mı dayak yemek?
-Çok kavga ettiniz mi diye sorun o soruyu.
Bunda gurur meselesi yapacak ne var?
-Yani ben kavga esnasında üstün çıkmışım, karşı taraf dayak yemişse, bu yüzden hayatı boyunca kahrolacaksa kimseyle kavga etmek istemem.
...
Başbuğunuzun hatalarını görebilir misiniz?
-Liderimin yanlışı benim doğrumdan daha ileridedir. Hadise budur.
İyi bir ideolojiye bağlanmamışım!
-Bakın, biz Türk Milleti'nin sahip olduğu bütün değerleri sahipleniyoruz. Bunun içinde İslam da var. Hadis-i Şerif'te diyor ki "Doğruda birlik güzeldir, yanlışta da birlik güzeldir."
...
Yani Çatlı bu olaya karışmışsa mutlaka bir bildiği mi vardı?
-Haklılığı diye sorun onu isterseniz.
Katliamın haklılığı mı olur?
-Bir hücre evinde beni imhaya yönelik planlar yapılıyorsa, ben kendimin imha edilmesini beklemeden gider oraya müdahale ederim.
Sonra gidip teslim olur musunuz?
-O niye? Herhangi bir şeyi yapmak suç değildir, yakalanmak suçtur."

Ahmet Altan- Sade kahve lezzeti. Acı ama yakmayan bir tad. Keyifli.
Orhan Taşanlar-Kebap tadı.
Attila İlhan- Egzotik meyve tadı.
Turgut Yılmaz- Baharatlı.
Türkan Şoray- Genze kaçan parfüm tadı.
Ergun Aybars- Sivri biber acısı.
Ayfer Yılmaz, İmren Aykut, Işılay Saygın- Kokulu sabun tadı. Siz hiç sabun yediniz mi? köpüğü kahveninkine hiç benzemez.
Atilla Taçoy- Bulanık su tadı.
Apo- Çürük meyve tadı.
"Kendinizi hiç terörist olarak düşünmediniz mi yani?
-Tam tersine İsa tavrına çok yakın hissediyorum kendimi. Terörist değil de, İsa'nın barışçılığına daha yakınım.
...
Eşinizden ayrıldıktan sonra özel bir insan oldu mu?
-(Gülüyor) Çok derin bir kadın arayışına yöneliyorum. Karşınızdaki erkek kesinlikle piyasada eşi menendi olmayan erkektir.
Siz mi?
-Evet. Çok aykırı, sanıldığından farklı bir yaklaşımın sahibi, evlilik, aşk, cinsel ahlak anlayışında kendisini oldukça derinleştirmiş bir erkek.
Bu çerçeveye cevap verecek kadın yoldaşınız var mı?
-Olsaydı çok memnun olurdum. Yaratmaya çalışıyorum.
...
Ama yine de kendinizle ilgili bir ipucu vermek istemiyorsunuz.
-Veremem. Kendimi kadın gericiliğinden korumak istiyorum. İşte geleneksel evlilik, aşk filan, cinsel pozisyonlardan. Bu demek değil ki bunlardan uzağım, ama çok ürküyorum da. Adeta bir rahibe benzer bir düzen var.
Şu anda bir rahip gibi mi yaşıyorsunuz?
-Ne o ne bir Don Juan. Fakat zaman zaman ikisinin de sınırlarınız zorluyorum.
...
Hep elinizde silah olmadığını söylüyorsunuz. Başkalarının eliyle bile olsa dökülen kanların vicdan azabından böyle mi kurtuluyorsunuz?
-Vicdan azabından şöyle kurtuluyorum. Çok aşağılık, çok hakarete uğramış yaşamdan da beter durumlar var. Böyle yaşayacağına böyle ölseler daha iyidir. Bu beni biraz rahatlatıyor.
Bir insan için böyle yaşayacağına böyle ölsün demek çok fazla bir hak değil mi?
- Çok büyük bir karar tabii farkındayım.
...
Böyle bir zulüm sizde ruhsal bozukluk yaratmadı mı?
-Çocuk ilgilerim, hayallerim vardı. Ona ihanet etmemek için...
...
-Nüfus artarsa dünya insanlarla dolarsa dehşet derecesinde ürküyorum. Çok çirkin insanlar, çok çirkin davranışlar var her tarafta. Bunu dehşetle karşılıyorum. Kendi kişiliklerine epey hakaret etmiş insanlar var. Bunlar umudumu karartıyor. Yaşam şevkimi kırıyor. Gerçekten yeşilleşmeyi seviyorum. Her insanın çok temiz bir çevrede, az sayıda nüfusla yaşamasını istiyorum. Biraz da bu tekniğin gerilemesini istiyorum. Tekniğin canavarlaşması olarak değerlendiriyorum. Bazıları belki "bu ortaçağ gericisidir" der. Ama eskiden beri özlemimdir. Bu teknik canavardır. İleride bu canavara karşı devrim biraz gelişecektir. Bir yerde dur denmesi gerekir. Kanser daha az tehlikeli."

Tuğrul Türkeş- Pelte tadı.
Seval Türkeş- Deniz suyu tadı.
"Siz Türk ırkının en üstün ırk olduğuna inanır mısınız?
-Türk ırkının asil bir ırk olduğuna inanıyorum. Tabii asalet bir üstünlüktür. Türk ırkı asil ve üstün vasıflı insanların olduğu bir ırktır. Tabii her milletin kendine mahsus üstün vasıfları vardır.
...
Siz bir ülkücünün entelektüel düzeyini ölçmek için ne sorarsınız ona?
-Ben onun yaşayısıyla, yaptıklarıyla ülkücü mü değil mi diye bakarım. Söylemek başka yapmak başkadır. Benim için bir insanın yaptıkları esastır. Bildikleri de önemlidir tabii.
Siz neler okudunuz kendinizi yetiştirirken?
-Dönem dönem çeşitli eserler okudum.
Osman Turan'ın Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi'ni?
-Okudum.
Fuat Köprülü'nün Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri'ni?
-Onu okumadım. Erol Güngör de var. Bunlar o dönem ülkücülerin okuduğu yazarlar bir de Peyami Safa. Türkeş Bey'in eğitimci olması dolayısıyla MHP'de aynı zamanda ülkücü kesimin okuyacağı kitaplar da satılırdı. Oradan temin ederdik, kitapçılardan da alırdık.
Sizi en çok etkileyen yazar kim?
-Başbuğ.
...
MHP bayrağındaki üç hilal neyi simgeliyor?
-Osmanlı Bayrağı'dır. Üç kıtaya hakim oluşu simgeliyor. Ayrıca 3 kutsal bir rakamdır.
Üç, Hristiyanlık için kutsal değil midir?
-Müslümanlıkta da kutsaldır. 3'ler, 7'ler, 40'lar derler.
Üç deyince benim aklıma teslis geliyor. Baba, oğul, Ruhül Kuds.
-Evet ama İslam'da Bismillahirrahmanirrahim var, yani Allah, Rahman, Rahim, o da üçtür.
...
Merhumla konuştunuz mu bu sloganı nasıl bulmuş? ("Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman" için)
-Bunun kendilerine Allah tarafından verilen bir misyon olduğu inkar edilemez bir gerçek. Onu bulmaktan ziyade, onun ağzından çıkaran Allah'tır.
...
Tanrı Dağları'nın Orta Asya'da olduğunu herkes bilir ama tam olarak nerededir?
-Coğrafyasından çok Türklük davasının simgesi olması önemli. O bölgenin en yüksek dağıdır.
Belki okurlarımız merak eder. Tacikistan'ın orta ve kuızeyi, Kırgızistan'ın güneydoğusu, Çin'in batısında çok geniş bir alana yayılıyor. 
-Oraların hepsini kucaklayan bir simge Tanrı Dağı.
Tanrı Dağı'na gittiniz mi siz?
-Ben gitmedim. Türkeş Bey, Orta Asya'ya gitti ama Tanrı Dağı'na çıkmadı. Dağlarda ilahi sır vardır. Kutsaldır dağlar.
Simge yaptığım sloganıma aldığım yeri gider görürdüm ben olsam. 
-Ama bu yalnızca davanın büyüklüğünün ifadesidir. Hira Dağı da kutsiyeti ifade eder. Çünkü ilk vahiy Peygamber Efendimiz'e Hira Dağı'nda gelmiştir.
Ama Hira Dağı diye bir dağ yok ki.
-Hira Dağı var.
Hira mağaranın ismi. Bulunduğu dağın ismi Nur. Cebel-i Nur.
-Ama o dağın en büyük özelliği Hira Mağarası'nın orada oluşudur.
...
Türkeş onu Allah görevlendirdi diye mi çocuklarına Umay, Ayzıt gibi Tanrı adları verdi?
-Onun için değil eski Türk isimleridir.
Aynı zamanda tanrıça isimleri.
-Ama Türk milletinin tanrıçalarının. Türk duygusu çok kuvvetli olduğu için."

Yalçın Küçük- Tokluk tadı. Ne yediğinizden çok sofra düzeninin önemli olduğu durumlar için geçerli.
"-Ben Türk entelijnsiyasının bir kısmını beğenmem. Bunlar komplekslidir. Biz 40 kişiyiz. Biliriz birbirimizi. Bunların en beceriksiz oldukları, bütün iddialarını yitirdikleri zaman yatakta karşı cinsle yalnız kaldıkları zamandır.
...
Abdullah Öcalan'la görüşmenizde neler hissettiniz?
-Eylemi son derece pişirmiş, soğukkanlı, sevecen olabilen bir kimse.
Terörü bir yol olarak gören bir insanla sevecenlik nasıl bağdaşabiliyor?
-Özünde Kürt halkını çok seviyor.
Ama Kürtleri de öldürüyor.
-Öldürüyor tabii. Bunun sevgiyle ne alakası var? Bana "Hocam elime silah almadım, ben ordular yönetiyorum." dedi. Biz onunla Bekaa Vadisi'nde sabaha kadar aşk konuştuk. Yani nasıl çekiç çekice benzemek mecburiyetindeyse insan da yaptığı işe benzer.
Yaptığı işe benziyorsa bu adam nasıl sevecen olabiliyor?
Mustafa Kemal de ne kadar Türk öldürdü. Her savaş aynı zamanda bir iç savaştır."
İsmail Nacar- Dimağda boşluk tadı.
İlber Ortaylı- Oh be! tadı.

İsimlerden ve röportajı yapanın Nuriye Akman olmasından anlaşılacağı üzere, ilginç şeylerle karşılaştım kitapta. Birçoğundan sonra zaten tartışma çıkmış. "Sorarken gülüyordunuz, yazıya geçince çok sert olmuş, beni azarlıyor gibi görünüyorsunuz." diye şikayet edenler var.

17 Aralık 2010 Cuma

Kiyoto-İzu Dansözü-Yasunari Kawabata

Haruki Murakami'nin kitabının ardından bunu okudum. İzu Dansözü 1926'da, Kiyoto ise 1962'de yazılmış. Kitaptaki sıralamaları bunun tersi. Ben çevirisinden okuduğum için, geçen yılların yazarın üslubunda yaptığı değişiklik konusunda bir şey diyemiyorum. İkisindeki benzerliklerden bahsedebilirim. İki hikayenin de sonunda herhangi bir şey olmuyor. Bu, Murakami'nin kitabında da var. Biterken bir beklenti içinde oluyorsunuz. Bir sonuç, bir açıklama, herhangi bir şey. Ama böyle ortada kalmasın istiyorsunuz. Böyle deyince sevmediğim düşünülmesin. Kitap o kadar huzurlu ki sevmemek mümkün değil.

Kitap boyunca, ağaçlar ve çiçekler seyrediliyor. Seyredilmekle de kalınmıyor, üzerine düşünülüyor. Saygılı kızlar, sessiz anneler, otoriter ve durduk yere bağıran, tokat atan babalar, birden geri dönülen sessizlik. Bunlar bile o huzuru bozmuyor. Müthiş bir dinginlik var. Her şey size kitabı bir Japon'un yazdığını gösteriyor. Mesela, eşlerin birbirlerinden "anne-baba" diye bahsetmeleri ve birbirlerine böyle hitap etmeleri kadınların durumu. 

Kitapla ilgili güzel bir şey de bizim "bu ne ola ki" diyebileceğimiz şeyleri dipnotları ile açıklaması.

"Karanlık, daracık kutunun içinde doğuyorlar, şarkılarını söylüyorlar, yumurtluyorlar ve ölüyorlardı. Böylece soylarını sürdürüyorlardı. Bir neslin bile açık kafeste kısa ömürlü de olsa yaşaması ne kadar iyi olacaktı. Ama bütün bir hayatı kutu içinde geçirmek! Bütün evrenlerinin bir kutu oluşu!
Çieko, "kutu içinde evren"in çok eski Çin'in dağ keşişlerine ait efsane olduğunu biliyordu. Bu kutunun içinde, tadları eşsiz şaraplar ve nefis yemeklerle dolu saraylar varmış, bu dünyanın ötesinde sihirli bir ülkeymiş orası.
Cırcır böcekleri kutunun içinde besbelli sıkılmıyorlar, her canlı gibi ölümlü dünyadan korkuyorlardı; belki de bir kutunun içine kapatılmış olduklarından hiç haberleri yoktu. Ama yaşıyorlar ve yaşamlarını sürdürüyorlardı.
Çieko'yu en çok şaşırtan şey, bir seferinde yeni erkek böcek koymadığı kutuda yumurtadan çıkan yavruların minik ve güçsüz kalmaları oldu. Suç kardeş hayvanların çiftleşmesindendi. Bunu önlemek için cırcır böceği besleyenler aralarında erkek hayvancıklar değiş tokuş ederler."

"Delikanlı, "Onlarda kadınımsı bir şeyler var" dedi, "ilk bakışta görülüyor. Aşağı sarkan narin dallar, yumuşak çiçekler, içleri dolu şeyler."

"Yine de Tanrı'nın sevgili çocuğu denir insanlara. Tanrı, kurtarmak için insanı ortaya bırakmıştır."

"Yüreği derinden sarsan bir şeyi, gerçekten kötü bir şeyi insan hayatında bir ya da iki defa yapabilir."

"Avrupa desenlerinin hepsinden nefret ediyorum. Biz Japonlar en eski saray çağından beri anlatılmaz güzellikte şahane renkleri görmüş bir milletiz."

"Takiçiro yerinden doğrularak Hideo'ya bir tokat yapıştırdı. Korunmak için Hideo hiçbir harekette bulunmadı."

"Birisine vurmayalı çok uzun zaman oldu."

"-Bay Otomo, sizin sevgili kafur ağaçlı yolunuzdan geri dönelim mi?
-Oh, çok teşekkürler. Oradan bir defa olsun geçebildiğim için öylesine sevinçliyim ki..."

"-Masako, birini buldun mu yoksa?
-Buldum, hem de az bir zaman önce. Onunla Kamao ırmağı kıyısındaki çayırlıkta oturduk bile."

"Rüyada böyle şeyler çok olur. İnsan hep dipsiz yerlere düşer."

"Şimdi yapılacak en doğru iş bir kaplumbağa yemektir."

"Pırıl pırıl parlayan, büyük ve harikulade güzel gözleri onun en sevimli yeriydi ve gülüşü çiçeklerin açması gibiydi."

"Önce siz için. Biz ellerimizi soktuk mu su kirlenmiş olur. Biz kadınlardan sonra suyu temiz saymazsınız herhalde."

"Bizimle biraz bir şey yemez misiniz? Pek temiz sayılmaz belki artık, çünkü biz kadınlar da daldırdık çubuklarımızı içine, ama üstünde durmaz boş verirseniz, pekala olur."






Küçük Hanımefendi- Muazzez Tahsin Berkand

Çirkin kızın güzelleşmesi. Bunu kaç tane filmde gördünüz kim bilir hatırlamayabilirsiniz. Yine de "Küçük Hanımefendi"lerden birini en azından hatırlarsınız.

Kitap ile film uyarlamaları arasında bir kısım farklar var elbette. Kitapta ne olduğundan bahsedeyim ben size.
Ömer, Gelgeçzadelerin küçük oğlu. Çok sevdiği Nüveyre ile evlenmiş, fakat Nüveyre birkaç ay sonra ölmüş. Ömer babasından kalan parayı gezip tozup yiyor. Kardeşi Münir de onun kadar harcıyor, ama eşi ve ailesi için, petrol bulmak için. Oturdukları köşkü bile kaybedecek kadar para kaybettikleri bir vakitte annesi Ömer'den bir izdivaç yaparak ailelerinin şerefini kurtarmasını istiyor.

Neriman, bir fabrikatörün kızı. Üvey annesi, onu yedi yıl evde bir odaya kapatıp sahibi olduğu servete el koymaya çalışıyor. Babasının arkadaşı Feridun Bey, Neriman'ı sadık yardımcısı Hayri yardımıyla kaçırıp Ömer ile evlendiriyor.

Yedi yıl bir odada aç susuz kalan Neriman zayıfamış, çökmüş. Nikah kıyıldıktan sonra, Nüveyre'ye aşkı ve sadakati sebebiyle sadece kağıt üzerinde evli kalmayı planlayan Ömer, Neriman'ın önce ellerini, sonra yüzünü görür ve şöyle der:
"Bana verdiğiniz karı bu mudur? Ne cesaretle böyle bir kadını benim karşıma çıkarıyorsunuz? Buna nasıl cesaret ettiniz?"

Ömer, alır başını gider. Neriman'ı ise Ömer'in dadısı Madam Sürpik ile İsviçre'ye gönderirler. Amaç Neriman'ın kilo alması. Her şeyi mektupla Ömer'in annesi Şaziye Hanım'a bildiren Madam Sürpik, Neriman'ın on kilo aldığını, yine de yeterince iyi olmadığını söylüyor. Avrupalı kızlar da Neriman'ın kilosunda imiş ama bu hiç de güzel değilmiş. Bu kısmı sevdim, evet.

Neriman, bir süre sonra her açıdan değişmeye başlıyor. Elbiseleri, saçı değişiyor, makyaj yapmaya başlıyor. Tiyatrodaki bir aktrisin halini, tavrını taklit etmeye başlıyor. Otelde tanıştığı Bülend ve babaannesi ile yakınlaşmaya başlıyor ve sonra onlarla yolculuğuna devam ediyor. O sırada kocası Ömer'e bir mektup yazıp ondan bir fotoğrafını göndermesini istiyor. Çok komik bir insan olan Ömer, Neriman'a maymun fotoğrafı gönderiyor. Bu fotoğrafı bir madalyon ile boynunda taşımaya başlıyor Neriman. İntikam almaktan bahsediyor.

Ömer'in annesinin cenazesinde karşılaşıyorlar nikahtan sonra ilk kez. Neriman'ı tanımayan Ömer, onu kardeşinin büyük kızı sanıyor. Nedense böyle sanmasına rağmen Neriman'ı hayli inceliyor ve beğeniyor. Filmde bunu komşu kızı yapmaları isabetli olmuş olabilir. Gerçeği öğrendikten sonra Ömer, Neriman'a gidip yalvarıyor. Ve kocasına o zamana kadar sadık olan Neriman, şimdi de itaat etmekten başka yol göremiyor.

"Feridun Bey, meraklı bir macera romanı okumaya hazırlanan bir insan telaşıyla evden çıktı. Ağır ağır şehrin yolunu tuttu."

"Aferin! Bu kızın çok iyi bir kalbi, yüksek bir ruhu var. Ona emniyet edilebilir."

"Onun için bazı yerlerde Mısırlı, bazı yerlerde Hintli diyorlar, Türk olduğunu bilenler de onu eski bir prenses zannediyorlardı. Bir ay kadar kaldığı bir otelde, hakkında birçok hikayeler uydurulmuştu. Bazı kimseler onun eski Rus çarlarına mensup bir düşes olduğunu, tebdili kıyafet gezdiğini söylüyorlar, buna inanmıyanlar da, meraklarını teskin için ona yaklaşmaya çalışıyorlardı. "

"-Siz Türk müsünüz?
-Evet, ismim Bülend Demirel'dir.
-Benim de Türk olduğumu nereden biliyorsunuz?
-Herkes gibi ben de merak ettim ve otelciden araştırdım. Sizin Türk olduğunu, isminizin Neriman olduğunu, yanınızdaki Ermeni madamın da dadınız olduğunu biliyorum. Benim yanımdaki büyük annemdir.
-Burada bir Türk ailesine rastladığım için çok memnun oldum.
-Ben de öyle. Memleketten uzakta görülen bir vatandaş çok kıymetli oluyor."

"-Bizde esasen aramızda soyadı veya baba ismi kullanmak adeti olmadığına göre, ona sadece Neriman Hanım der geçersin.
-Hayır, birbirimizi isimlerimizle çağırıyoruz. Sporcular arasında bu adet vardır."

"Ne mes'udum Yarabbi! Anne...Anne..."

"Elimi tuttu, ilk defa olarak dudaklarına götürdü:
-Bütün isteklerinizi yapacağım Neriman; yeter ki güzel gözlerinizin parlaklığı solmasın, çocuk neşeniz dağılmasın."

"His meselelerinde pek tecrübesizim amma, okuduğum romanlar, gördüğüm piyesler, seyrettiğim filmler bana bir erkekle bir kadın arasındaki münasebetlerin muhtelif safhalarını öğretmiştir."

"Ömer Bey'in benim namus ve ciddiyetime değil, çirkinliğime itimadı vardır. Benim gibi yüzüne bakılmayacak kadar suratsız bir ucubeye hangi erkek baş çevirir?"

"-Şaka etme, Neri, çok cazip bir kadın olduğunu sen de biliyorsun.
-Cazip fakat güzel değil.
-Güzelden daha güzel bir şey. Bir kadın için manken gibi güzel olmaktansa, sevimli, zayıf, zeki ve hoş bir insan olmak yüz defa daha iyidir. Herkes seni benim gözlerimle görse..."

"Neriman, dedi. Neriman, ister misin, daha ilk dakikada aramızdaki ayrılığı kaldıralım, kavga etmeyelim ve birbirimize güvenerek yaşayalım. Geçmiş günleri unutalım Neriman. İster misin?" (Bu da Ömer'in yüzsüzlüğü.)


*Bu farklar hakkında fikir edinmek, filmlere dair bilgi almak için buraya, buraya ve bir de şuraya bakabilirsiniz.

**Muazzez Tahsin Berkand'ın isimleri çok güzel olan ve yine filmleştirilmiş hallerinden de hatırlayabileceğiniz diğer kitapları:
Aşk Fırtınası
Aşk ve İntikam
Aşkla Oynanmaz
Aşk Tılsımı
Ateşli Kalb
Bir Gün Sabah Olacak mı?
Bülbül Yuvası
Çamlar Altında
Garip bir İzdivaç
Gönül Yolu
İki Kalp Arasında
Kalbin Sesi
Kezban
Mağrur Kadın
Nişan Yüzüğü
Sarmaşık Gülleri
Sevgim ve Gururum
Sevmek Korkusu

14 Aralık 2010 Salı

Kilitli Oda-Paul Auster

Ben, okuduğum kitapları iki ay sonra tekrar okuma ihtiyacı hissedecek kadar unutuyorum. Sevip sevmediğimi hatırlıyorum sadece. Bu kitaba dair hiçbir şey hatırlamıyor olmak beni şaşırttı. Yedi yıl olmuş okuyalı ve elime tekrar alana kadar okuduğumdan bile emin değildim.

Bu kitabı eminim ilk okuduğumda da sevmişimdir. New York Üçlemesi'nin üçüncü kitabından başlamak belki çok isabetli olmadı, ama elimizde bu vardı.

Kitaptaki kadın karakterin biraz arkada kalması bile rahatsız etmedi. Belki bunu her şeyin Boston'da bitmesine borçluyuz. Bilmiyorum. Belki de Paul Auster'ın zaten, karakterlerden çok olaylar üzerinde durması ile ilgilidir. Tasvirler de olayın öneminden ziyade etkisi üzerine uzuyor, kısalıyor. Böyle yaparak sanki Auster, ne olduğunun önemi yok, diyor. Bizi nereye götürdüğü önemli.

"Her şey çok dramatik ve aynı zamanda dehşet verici, neredeyse komikti."

"Bu, bir iane kabul etmekten çok, adaletin tecellisi olduğundan, Dennis kendini aşağılanmış hissetmeden hediyeyi kabul etti. Öyleyken böyle oluvermişti. Sihir gibi bir şeydi bu, cömertlikle mutlak inancın bir araya gelmesiydi ve bunu ancak Fanshawe yapabilirdi."

"Birçok yetenekli insanda olduğu gibi, bir süre sonra Fanshawe da kolayca elde ettiği şeylerden artık tatmin olmaz olmuştu. Ondan beklenen her şeyde daha küçük yaşta ustalaştığından, başka alanlarda onu zorlayacak ya da  meydan okuyacağı şeyler araması doğaldı. Küçük bir kasabada lise öğrencisi olmanın getirdiği sınırlamalar düşünülürse, aradığını kendi içinde bulmuş olması ne şaşırtıcı ne de olağan dışı sayılır."

"Öyküler, ancak onları anlatabilecek olanların başından geçer demişti bir gün. Aynı şekilde, belki de yaşantılar, onları yaşayabilecek olanlara sunarlar kendilerini. Fakat bu zor bir konu, hiçbir şeyden de tam anlamıyla emin değilim."

"Asıl konudan uzak durduğumuz sürece büyü bozulmayacak gibiydi. İşte böyle bir latifeye kaptırmıştık kendimizi ve ikimiz de oyundan caymaya niyetli olmadığımız için durum daha da güçleniyordu. Ne yaptığımızı biliyorduk, ama aynı zamanda bilmiyor gibi yapıyorduk. Sophie'yle flörtüm işte böyle başladı, usul usul, terbiyelice ve azar azar artarak."

"Sonuçta, asıl sınav herkes gibi olabilmekti. Bunu başardığında, tek başına kalmışlığını da sorgulamayı bırakacaktı. Yalnızca başkalarından değil, aynı zamanda kendinden de kurtulmuştu. Bence bunun en güzel kanıtı, gemiyi terk ettiğinde, hiç kimseye allahaısmarladık dememiş olmasıydı."

"Bu Cutbirth salaktı. Kötü niyetli ve salak. Parmaklarına dövme yaptırmıştı, her parmağında bir harf vardı. Sağ elinde A-Ş-K, sol elinde K-İ-N yazıyordu. İnsan böyle boktan bir manyağı görünce, uzak dursam iyi olur diyor."

"Çok bağlanmıştım ona. Ama bu iyi olduğu anlamına gelmez. Bir bebek de bokuna bağlanır ama kimse bu konuda kafa yormaz. Bu kesinlikle onu ilgilendirir."

*Yusuf Eradam çevirmiş. Güzel olmuş.

**Okuduysanız buna bakın.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Yaban Koyununun İzinde-Haruki Murakami

Benim için Japon edebiyatına giriş oldu bu kitap. Ardından Yasunari Kawabata geldi. Kıyası onun kitabının olacağı yazıya bırakayım.

Kitabı sevdim. Yalnız, sonundaki o yarım kalmışlık hissini nasıl atlatacağımı bilmiyorum. Kitap boyunca, ben, okur olarak her şeye şaşırdım. Kitaptaki hiçbir karakter hiçbir soru sormadı ya, sorsunlar istedim. Kendimi biraz yalnız hissettim. Yine de keyif aldım okurken. Bir dona, kulağa, koyuna bu kadar takılmasını sevdim yazarın en çok.
Nihal Önol çevirmiş. Güzel de çevirmiş. Doğan Kitap beni şaşırtıyor bazen.

"İşte o zaman ayaklarımın dibindeki kırmızı pabuçlar ilişti gözüme. Daha önce de görmüş olduğum kırmızı pabuçlar. Üzerindeki çamuru kurumuş lastik ayakkabılarımın arasına park etmiş, bir çift ucuz plaj sandalı, mevsimsiz bir Noel armağanı gibi. Çevremde bir sessizlik uçuşuyordu, toz kadar ince."

"Bilmem. Sende bir şeyler var. Diyelim, bir kum saati: kum bitmek üzere. Senin gibi birinin, saati tersyüz edeceğine her zaman güvenilir işte."

"Bir don! Hiç olmazsa bir don bırakabilirdi!
Seçim onundu ve tek bir iz bile bırakmamayı seçmişti o da. Ya bunu kabullenebilirdim ya da niyetinin de öyle olduğunu tahmin ediyordum zaten, kendi kendimi, sanki o hiç yaşamamış gibi düşünmeye, inanmaya alıştırabilirdim. Eğer o hiç var olmadıysa, donu da olmayacaktı o zaman.
Kül tablasını boşalttım, don hakkında biraz daha düşündüm, sonra pes edip vurdum kafayı, uyumuşum."

"Bizler balina değiliz ve bu da bizim cinsel yaşantımızın önemini azaltan önemli bir gerçektir."

"Yani, kulaklarınız beni doğrudan mı çekiyor, yoksa sizde olan başka bir şey mi beni kulklarınız aracılığı ile çekiyor, tam olarak kavrayamıyorum."

"O noktadan başlayarak artık benim için doğduğum yer diye bir şey kalmamıştı. Ne büyük rahatlık! Beni isteyen kimse yok, benden herhangi bir şey isteyen kimse de yok."

"Pek sayılmaz. Sadece karmaşa, biçim değiştirmiş. Zürafa ile ayı, şapkalarını değiş tokuş etmişler, ayı da zebra ile atkılarını değiştirmiş."

"Gerçekten bilmiyorum. İki kişi arasında işlerin nasıl yürüdüğünü bilirsin. Her şeyin yolunda gittiğini düşündüğüm zamanlar da var, öyle düşünmediğim zamanlar da. Belki de evlilik zaten bu demek."

"-Canları sıkılmaz mı?
-Senin kendi yaşamından canın o kadar sıkılıyor mu ki?
-Pek bilemeyeceğim.
-İşte koyunlar da öyle. Onlar böyle şeyler düşünmezler ve düşünseler de işlerine yaramaz zaten. Kışı sadece saman yiyerek, işeyerek, pisleterek, karınlarındaki bebeleri düşünerek geçirirler."

7 Aralık 2010 Salı

Ali ile Ramazan-Perihan Mağden

Perihan Mağden'i köşe yazılarından biliyordum. Bu konudaki düşünce ve hislerimin, kitabı hakkında oluşacak olanları etkilemesini istemedim. Buna dikkat ederek okudum.

1992 yılında Hürriyet'in üçüncü sayfa haberlerinde görüyor Mağden, Ali ve Ramazan'ı. Ali, öldürdüğü adamın evinden kaçmaya çalışırken balkondan sarkıttığı kablo kopunca ölüyor. Ramazan ise bir inşaatta kendini asıyor. Hürriyet, haberleri verirken Ali ve Ramazan'ın ilişkisi hakkında "çarpık" ifadesini kullanıyor. Sonra da boşlukları dolduruyor Mağden ve bu kısa romanı yazıyor.

Yetimhanede iken, güzel bir çocuk olan Ramazan'ın müdür tarafından taciz edilmesi ile başlıyor hikaye. Uzun süre  yeni bir ayakkabı için, kazak için buna evet diyor Ramazan. Trajik ve çarpıcı bir hikayeyle yetimhaneye gelen Ali ile değişiyor her şey. Ali ve Ramazan birbirlerine aşık oluyorlar. Ali, sık sık "Biz ibne mi olduk şimdi abi?" diye soruyor. Ramazan ise birbirlerini sevdiklerini söylüyor. Yetimhaneden ayrılıyorlar. Önce Ramazan sonra Ali askere gidiyor. Ramazan fuhuş ile para getirirken eve Ali, bundan hoşlanmıyor ve tinere sığınıyor.

Perihan Mağden, detayları olabildiğince çok vermenin hikayeyi güzelleştireceğini, dahası bu konuya dair fikri olmayanlara iki erkeğin birbirine duyduğu aşkı anlatabileceğini düşünmüş sanırım. Aslında, fikir vermenin ötesinde, buna karşı çıkanlara meşruiyetini kanıtlama gayreti gibi idi. Bende, amacı her ne ise ondan saptığı hissini uyandırdı. Orada harcanan gayret keşke müdüre, yetimhaneye gelen psikologa yöneltilseydi. Hikayeyi gazete haberlerinin toplanmış hali olmaktan çıkarmaya çalışıp gazeteye gönderilmiş "Hayatım Roman" yazılarına benzetmiş.

Perihan Mağden zaten dışarıdan ve yukarıdan yaptığı gözlemlerden bahsediyordu gazete yazılarında. Kitabı okurken bunları hiç düşünmedim, ama bitirince hala öyle olduğunu fark ettim. Yetimhanede yetişen ve sonra sokaklarda, soğukta kalan, aç dolaşan insanları anlatmakta yetersiz kalmış bence Mağden. Böylesine soğuk ve bir pencere arkasından bakarak yapmak istediğini yapamamış. Zaten Ayşe Arman beğenmiş kitabı. Benim beğenmem garip olurdu.

"Ali ile Ramazan'ın kartopulanan alakalarını. Hep yan yana olmalarını, oturmalarını. Birbirlerine değmeden bir yerleriyle, duramamalarını."

"Niye askerlik yapmak zorunda olduğunu anlamıyor da anlamıyor Ramazan! Yetimhanede büyüdüğü, Devlet tarafından büyütüldüğü halde, bu vatana neden borcu olduğunu öldür Allah çıkartamıyor."

"Hamal kılıklı Kürt'ü düzüyor. Neredeyse yok pahasına. Ama öyle müşterisiz ki ortalık, razı oluyor işte."

"O arada Vanlı kimliğini, Kürt kimliğini keşfedip iyiden iyiye bunun aidiyet yarattığını, bir şeye dönüştürdüğünü Recep'i, işine de yaradığını, içine de iyi geldiğini kavrayıp iyice Vanlılaşıyor. İyice Kürtleşiyor tek bir kelime dahi Kürtçe bilmediği halde. Kürt aksanıyla konuşmaya başlıyor. Sağdan soldan kaptığı Kürtçe kelimeleri araya sokuşturuyor."

5 Aralık 2010 Pazar

Kente İndi İdris- Talip Apaydın

1981 yılında yazılan bu kitabı elime alırken umduğum, köyden şehre göç meselesine içten bir bakışı görmekti. Aslında yazar, köyden şehre geçişini eğitim yolu ile gerçekleştirenlerden. Biraz da bu yüzden daha başarılı bir kitapla karşılaşmayı bekledim.

Kitapta Yozgat'tan Ankara'ya göçen bir aile anlatılıyor. Kendi köylerinden daha önce bu göçü gerçekleştirmiş olanlardan birinin maddi olanaklarına bakıp bu kararı alıyorlar. Önceden gelen kişi seyyar satıcılık yapıyor, bir gecekonduda yaşıyor. İdris de buna özenip geliyor ve bir fabrikada işçiliğe başlıyor. İşin bu kısmında yazar, sendika meselesine ve sağ-sol kavgalarına değinmek istemiş. Yalnız çok yüzeysel olsaymış, öyle bıraksaymış bile daha iyi iş çıkarırmış.

Kitabın en kötü yanı ise beceriksiz ağızlar. Cümle İç Anadolu ağzı ile başlayıp birden İstanbul Türkçesi ile devam ediyor. Bu olmasa bile iğreti duruyor, rahatsız ediyor. Bir de kitap boyunca bitmeyen köylüye-özenen-şehirliyi-anlamayan-köylü diyalogları var.

"Yoo şehir kızları bu yaşta evlenmezler. Okullarını bitirecekler, ondan sonra. Şimdi koca mı beğenir bu, tövbe de."

"-Ne vuruyon yavu? Vışş...Acıttın.
-Acıtırım ya! Bacına da vuracam böyle. Kızdım mı vururum, hiç dinlemem."

"-He iyi anladın ağa, brova!"

"-Hoop, dağılın bakalım işinize! Gene meclisi kurdunuz. Siyaset yapmak yasak. Siyaset yapacaksanız işçiliği bırakın, partiye gidin. Adaylığınızı koyun.
-Bize siyaset yasak. Siyaset parası olanların işi."

"-Peki boba.
-Boba deme Osman, baba de, şehirlilere benzet dilini.
-Peki emmi.
-Emmi değil amca. Şehirliler amca der."

4 Aralık 2010 Cumartesi

Breakfast at Tiffany's-Truman Capote

Ellinci yıl düzenlemesinden idi benim okuduğum. Kitabın içinde uzun bir hikaye (ya da kısa roman) olan Breakfast at Tiffany's dışında üç de kısa hikaye var: House of Flowers, A Diamond Guitar ve A Christmas Memory.

Ben filmi seyredip kitabını okumayanlar grubunda idim birkaç gün öncesine kadar. Okurken, filmden kısa birkaç sahne dışında bir şey kalmamış aklımda. Daha önemlisi, okurken, Seinfeld'de George'un kitap kulübüne katıldığı ve bu kitabı okumak zorunda olduğu sahne geldi aklıma. Tabii ki kitabı okumuyor ve filmi seyrediyordu. Daha güzeli filmi kiralayamadığı için kiralayan kişinin evine gidip seyrediyordu. En heyecanlı kısmını anlatmıyorum. O bölümü de seyredin bu filmi de seyredin, kitabı da okuyun bence. Yalnız benim okuduğum gibi koyu ve sıkışık harflerin olduğu ve cep boyu kitaptan okumamanızı tavsiye ederim.

Kitaba dair hissiyatıma gelince, bence büyütülecek bir şey yok. Yalnızca Holly gibi biri hepimizin hoşuna gidiyor. Hikayeden çok bu karakter sebebiyle gelen bir şöhreti olduğunu düşünüyorum. Hem keyif veriyor hem üzüyor Holly'nin durumu. Daha çok genç, on dokuz yaşında. Bir evlilik yapmış, görünce babası sanılan bu adamı bırakıp New York'a yerleşmiş. Dışarıda hep güneş gözlükleri ile dolaşıyor.

"I'll never get used to anything. Anybody that does, they might as well be dead."

"For all her chic thinness, she had an almost breakfast-cereal air of health, a soap and lemon cleanness, a rough pink darkening in the cheeks. Her mouth was large, her nose upturned. A pair of dark glasses blotted out her eyes. It was a face beyond childhood, yet this side of belonging to a woman.I thought her anywhere between sixteen and thirty."

"The next time a girl wants a little powder-room change, she called, not teasing at all, take my advice darling: don't give her twenty cents."

"Anyone who ever gave you confidence, you owe them a lot."

*Seinfeld 6. sezon, The Couch.

28 Kasım 2010 Pazar

Hıçkırık-Kerime Nadir

Size bu kitap hakkında söyleyeceğim en önemli şey şudur: Okurken kadayıfı yaktım. Bu size her şeyi anlatmalı.

Kitabın başında Selim İleri'nin notları var. Selim İleri'nin kitap hakkındaki düşünceleri dışında kitabın ilk yayımlanışına dair bilgiler de var. Buradan öğrendiğime göre Kerime Nadir 19 yaşında iken ailesinden gizli yazdığı Hıçkırık'ı bundan yedi yıl sonra Tan Gazetesi'ne gönderir. Nazım Hikmet, uzun bulduğu romandan gereksiz bulduğu kısımları çıkarır. Yine de büyük ilgi görür. Nasıl görmesin.

Kerime Nadir kitaplarını okurken, kavuşamayan aşıklara üzülmenin yanı sıra kadınların yaşantısına ve isimleriyle yayınladıkları hikaye ve romanlarda nasıl bir yol izlediklerine bakılabilir. Bu romanında da, Nalan-Kenan-Handan ile aşk ile şefkat arasında sıkışıp kalan kadınlara, kendi hisleri dışında bir şeyi pek de umursamayan adamlara rastlayabilirsiniz. Kenan'ın hislerine birkaç örnek:

"Fakat, öyle şiddetli bir nöbet içindeydim ki bileklerimi sert bir hamle ile kurtardıktan sonra ikinci bir hücuma hazırlandım."
"Nalan, dedim, senden sadece bir fedakarlık istiyorum, görüyorsun ki yanıyorum!"
"Ben toy bir gençtim Nalan!.. Beni çıldırttın, insanlıktan çıkardın!.."
"Onu böylece göğsümün üstünde birkaç saniye tuttuktan sonra bıraktım. Saadetimden başım dönüyor, ıstırabımdan gözlerim kararıyordu."

Kenan, Nalan'dan sonra ne yapsın...
"Ruhumda apansızın bir değişiklik olmuştu. Kırılan emellerimi, yarım kalan rüyalarımı belki de Handan tamamlayacaktı!"


Not: Eğer her gün mezar ziyaretine giden bir adam görürseniz, bunun altından ilginç şeyler çıkabilir.

11 Kasım 2010 Perşembe

Uzun Hikâye-Mustafa Kutlu

Uzun Hikâye, Mustafa Kutlu'nun ilk uzun hikâyesi imiş. Kendi hayatından imiş bir kısmı. Benim için ise belki en sevdiğim kitabı. Bu konuda emin değilim henüz. Yalnız, emin olduğum bir şey var. Mustafa Kutlu’nun fazla uzamayan cümlelerini, noktalama işaretlerine boğulmamayı, gerçekçiliği dünyayı kötü göstermek sanmayışını seviyorum. Hüzünlendiriyor; ama içimi sıkmıyor. Kötüden, acıdan bahsederken arabeske kaçmıyor. O kadar gerçek olduğu için de o sevdiği kıza kavuşamayınca, babası hapse atılınca ben iç çekiyorum.


“-Eşit bölüşüm de ne demek. Yoksa sen sosyalist misin, diye sormuş.
Bak, bak, bak. Hani babam Bulgar muhaciri ya, onu çıtlatmak istiyor, bu bir. İkincisi o yıllarda birine “sosyalist” demek, anasına sövmek gibi bir şey. Hele bir de şikayetçi olsa, adamı anında uçururlar.
Babam hiç istifini bozmadan, sosyalizmi falan da hiç bilmez iken, onca adamın arasında “Evet” demiş, “Sosyalistim, var mı bir diyeceğin”…”

“Evet şefin beyaz bir atı vardı ve bir de güvercinler. Bozkır’ın ortasında bir yalnız adam, ata ve güvercinlere sığınmış işte.”

“Annemle babamın birbirlerine duyduğu aşk, gün geçtikçe azalacağına artmış, o bütün yolculukları sürgünleri, yoksulluğu, çaresizliği birlikte göğüslemişlerdi. Kış gelir, sac sobanın üzerindeki mavi çinko demlik cızırdamaya başlar, babam hiç yanından ayırmadığı daktilosunun başında kim bilir neler yazar, annem söküklerimizi diker, vagon evin penceresinden dışarıda savrulan kar tanelerine büyülü ışıklar düşerdi. Bu masal hiç bitmeyecek, ben çocuk şehzade hiç büyümeyecek sanırdım.”

“Babam beni aldı, birlikte vagon evimize geldik. Bohçayı açtık. İçinden annemin soluk pembe mantosu, başörtüsü, yıpranmış kunduraları, aynası ve tarağı, yüzüğü ve küpeleri çıktı. Babam bir süre bunlara baktı. Parmaklarının ucuyla dokundu. Sonra kapadı bohçayı. Uzanıp elimden mızıkayı aldı.”

“Oysa şöhreti “Üçgen”e çıkmış olsa bile, yüzü gözü makine yağına bulanmış, bir fukara kaportacı çırağına hangi kız dönüp bakardı ki…”

“-Beni düşünme. Benim ömrüm böyle geçti. Nereye gideceksin?
-Bilmiyorum.
-İyi. Bilmemek en iyisi.”

“Bu defa önceden hazırladığım kitabı verdim. İçine küçük bir kağıt koymuş, “Hep seni düşünüyorum” diye yazmıştım. Kitabı geri getirdiğinde baktım benim verdiğim kağıda, o cümlenin altına “Ben de seni” diye yazmış.”

“Feride’ye aşık olmuştum bu doğru. Kız da beni seviyordu, bu da doğru. Lakin iki gönül bir olunca samanlık seyran olmuyordu ki.
Ve bu ücra kasabalarda sevenlerin kavuşması için hala delikanlıların yaz günü karlı dağdan kar getirmesi isteniyordu.
Benden böyle bir masal kahramanı olmak bile esirgendi.”



8 Kasım 2010 Pazartesi

Waldo Sen Neden Burada Değilsin-İsmet Özel

Kitabın adı, İsmet Özel'in bunun dışındaki iki kitabında da olduğu üzere Henry David Thoreau ve Ralp Waldo Emerson arasındaki bir diyalogdan alıntı.


- Henry, neden buradasin?
-Waldo, sen neden burada degilsin?


İsmet Özel, neden şiirle ilgilendiğini, bu konuda ne kadar iyi olduğunu, siyasetle nasıl bir ilişkisi olduğunu ve neden Müslüman olduğunu anlatıyor. En çok üzerinde durduğu ise elbette ne kadar iyi bir şair olduğu. 


"Bugün için bana açıklayıcı görünen husus, Cumhuriyetin okullarında eğitim görmüş herkesin, İslâmî metinlere yaklaşırken ister istemez elverişsiz bir konumda bulunduklarıdır. Yanlış anlaşılmasın! Okur yazarlarımız artık doğu kültürünün ürünlerini anlamayacak kadar batılı bir görüş edinmişlerdir demek istemiyorum. Belki bunun tersini ifade etmek uygun olabilir. Türkiye'de verilen eğitim diploma sahiplerini yeterince batılılaştırmadığı, onları Batı dünyasının temel ürünlerine nüfuz edebilecek yeterliliğe ulaştırmadığı için İslâmî metinlere alıcı gözle bakılamıyor." 


"Bir partiye kaydolmak, elbet bir okula kaydolmaya benzemiyor. Hele bu parti anti-komünizmin bir milli değer sayıldığı bir toplumda komünist olma zannı altında bulunan bir parti ise. O yıllar üniversite öğrencileri arasında bile sosyalist düşüncelere meyledenlerin sayısının ihmal edilebilecek kadar düşük olduğu zamanlardı ve çok daha sonra 1968'de İçişleri Bakanı Faruk Sükan, ésolcuların nefeslerini bile kontrol ediyoruz, hepsini 24 saatte toplarız." demekle bariz bir gerçeği ifade edecekti."


"Okuyucularımı aklıma takışım popüler bir sanatçı oluşumdan ötürü değil, o dönemde şiire dikkatini yönelten insanların niteliklerinden ötürüydü. Henüz dokuz şiirimin yayınlandığı bir zamanda şiirlerimin neye yöneldiği konusunda fikir yürüten insanlarla karşılaştığımı söylemem bugün size nasıl şaşırtıcı gelirse, benim de bundan ne ölçüde etkilendiğimi şaşırmadan anlayabilirsiniz. Hiçbir sanatçı kendisine gösterilen ilgiye duyarsız kalamaz."


"Nazım Hikmet "Yaşamaya Dair" demiş. Olmaz, çünkü yaşamayı anlatı konusu yapamayız, yaşamaktan söz edemeyiz, onu ancak bünyemizde duyabiliriz. Bu yüzden "Yaşamak Umurumdadır" demeli. 
Boris Pasternak, "Kızkardeşim Hayat" demiş. Nasıl da soğuk, zihinsel, sexless. Doğrusu "Sevgilim Hayat" olmalı."


"Şiirler ortaya çıktıkça farkına vardığım husus, kendi alanıma iyi intibak ettiğimdi."


"Bütün yasakların insanları o yasakları çiğnemeye doğru kışkırttığı söylenir. Belki ilk gençlik yıllarımda böyle bir cazibenin etkisini üzerimde hissettim. Ama beni komünizm yönünde cezbeden asıl etken, bu yolla daha bilgili, daha geniş ufuklu, zevki daha gelişmiş ve hatta daha ahlaklı bir insan olabileceğimin işaretlerini görmüş olmamdı."


"Yumruğunu sosyalistlere karşı sıkan sadece türkçüler ve ya şeriatçılar değildi. Sosyalist olmayan sol bu konuda diğerlerinden bir adım ilerideydi doğrusu: "Ben Atatürk'e laf söyletmem." tehditi "Bunun katli vaciptir." hükmünden çok daha reeldi(dir).


"Daha genç yaşlarımdan itibaren düşünürdüm ki bir şair, şiir çizgisinin ana hatlarını, yirmi altı yaşına kadar çizmek zorundadır. Yirmi altı yaşından sonra şair olunmaz."





3 Kasım 2010 Çarşamba

İle-Oruç Aruoba

Tam olarak ne idi konumuz emin değilim. Bu kitaptan bahsettik. Sevdiğimi söyledim. Sonra bir süre e-mail ile bu kitaptan parçalar okudum. Boston'da idim ve kitaba ulaşma şansım yoktu. Geldim. Bu kitap da hediye olarak bana geldi.

Hasta hasta yatarken, bir çiftin (sevgili mi demeli?) mektuplarını okumak keyifli. Keyifli derken aslında "melankolik ruh halimi ne de güzel besledi" demek istedim. Aruoba, mektup yazarken "hani böyle demiştin ya" ve "ben de sana böyle demiştim ya" gibi cümlelerle zaten arada geçenleri de anlatıyor. Başından sonuna bir ilişkiyi her şeyiyle görüyoruz o sebeple kitapta. Üstelik sadece olanlar ve hisler anlatılmıyor. Konuya ilişkin ne varsa didik didik ediliyor. Böyle okurken çok güzel de, düşününce bilemedim; söylediğim her şeyi böyle inceleyen bir adama dayanabilir miydim.

Kitabı okurken noktalama işaretlerine fazla takılmamaya çalışın.

"Her içtenlik çabası, gidiyor, dolambaçlı ilişkilerimizde kurduğumuz sahteliklere çarpıyor- sana bunun için yazmağa çalışıyorum (konuşmalar her zaman sahteliğe, yapmacıklığa, çünkü geçiciliğe açıktır; oysa yazı, kalır.)"

"Arada bir seni aramak geliyor içimden, ama bu isteği bastırıyorum: Senin beni araman gerek. -Nedenini biliyorsun..."

"İlişki o iki kişiyi gerektiriyor; ama o iki hiçbir zaman (pek ender bile dememeli mi?) tam o kişiler olarak gelemiyorlar, giremiyorlar, ilişkiye: her birinin bir sürü yükü var, taşıması gereken; bir sürü yüzü var, takınması gereken. Kendi dışındakiler, bir de sahtelikler geliyor, giriyor ilişkiye."

"Aradın, ama ben doğru-dürüst konuşamadım. "Etrafında birileri mi var? diye sordun-doğru bildin.
Çünkü konuşma biçimim, senin ile benim, yanyana, başbaşa olduğumuzdaki biçim değildi.
İlişkide öyle olur, biliyorsun: Gerçek, sahici, som bir; ilişki oluşuyorsa iki kişi arasında, her birinin konuşma biçimi de ona uygun hale gelir: gerçek, sahici, som olur o da; başka hiç kimseyle konuşmadıkları bir biçimde ama tam da kendi oldukları biçimde, konuşmağa başlarlar kişiler, birbirleriyle- dilin, yalnızca anlamını, ya da göstergeler düzeneği'ni (!) değil, biçimini bile belirlemeğe başlar ilişki."

"Şöyle de düşünmüştüm: "Kişi daha kendi varoluşundan kuşkuluysa, nasıl edebilir de gidip öteki kişiyi bilebilir; gerçekten tanıyabilir?!-"
Sonra şöyle: "-Ama başka yolumuz yok- olmamalı: hep, bunu denemek; kendimizi de ötekini de, 'gerçek' kılmak..."

"zaten söylenecek bir şey
de kalmadı
artık:
bağışla
beni."

22 Ekim 2010 Cuma

Kuran-İslamiyet, Atatürk ve 19 Mucizesi-Cenk Koray

Kitabın ön sözündeki tarih Haziran-Temmuz 1994. Bekledim ki 19'un katı olsun. Olmamış.

Cenk Koray, ateistmiş. Dünya Sevgi Birliği ile tanışmış ve inanmaya başlamış. Kitapta birçok konuya değinerek herkesi imana çağırıyor. Özellikle 19 mucizesinden çok ümitli. Hepsi tamam da, onu gören nasıl inanmaz diye hayrete düşüyor. Muhtemelen bu konuları o dönemin tartışmalarından seçti. Kitabın sonundaki röportaj dışında da hep bir cevap verme havasında. Üstelik çok iddialı.

Konu başlıkları:
Evrenin genişlemesi, dünya yuvarlak, petrol, dünya dönüyor, polen tozu, oksijen, yörünge, takvim, elektrik, çekim kanunu, güneş ve ay, uzaya yolculuk, evrenin dengesi, parmak izi, aya gidiş ve ay üssü, 19 olayı, Hz. Muhammet'in ümmiliği doğru mu, neden birden fazla kitap, Hz. İsa'nın yeniden gelişi ile ilgili ayet ve hadisler, Kuran'ın diğer kitaplardan farkı, insan maymundan mı geliyor, cennet cehennem nedir, dört kadınla evlenme, hangi din üstündür, gerçek din, tesettür, türbelere adak adamak, mevlit, Kuran tercüme edilebilir mi, domuz eti yenilebilir mi, Hz. İsa çarmıha gerilmemiştir, demokrasi ve İslam, kader, gıybet, İsa babasız mı doğdu, büyü var mı, ruh bilim, reenkarnasyon: yeniden ete girme, bilim ve Kuran.

Bir yerlerde bulursanız göz gezdirin.


"Ben Allah'a inanmıyorum.
Gerçeklere inanılmaz.
Gerçek bilinir ya da bilinmez.
Ankara'nın Türkiye'nin başkenti olduğuna inanıyor musunuz yoksa bunu biliyor musunuz?
Dolayısıyla Allah'a inanmak da söz konusu olamaz. Allah bilinir ya da bilinmez."

"Tarihe bakarsak bir gerçekle karşılaşırız:
Bilim neyi bulup ortaya koymuşsa, Hristiyanlık buna karşı çıkmıştır. Dünya dönüyor diyenleri öldürmeye kalkmışlar, dünya yuvarlak diyeni işkenceden geçirmişlerdir."

"Q harfiyle başlayan iki sure var."

"Acaba Allah imzasını neden 19 olarak atmıştır? Akla ilk gelen, bir kere Allah'ın birliği ve bölünmezliğidir. Nitekim 19 rakamı da kendisinden başka hiçbir rakama bölünemez. Ayrıca 1 en küçük, 9 ise en büyük rakamdır."

"Oysa işin doğrusu, eğer bir insan gerçekten Allah'a yürekten bağlı ve Hz. Muhammed'in getirdiği dine gönlünü açmışsa, mutlaka Atatürk'ü baş tacı yapmak ve onun ilke ve inkilaplarına sahip çıkmak zorundadır. Çünkü Mustafa Kemal bizim gibi rastlantıyla Türkiye'de doğup yaşamış bir insan değildir. O, Allah katından görevli olarak Türkiye'ye yollanmış, belli bir misyonu yerine getirdikten sonra Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Görevli olduğuna nereden hükmediyoruz? Ata'nın hayatında 19'lar egemendir.

Atatürk 1881 yılında dünyaya gelmiştir. (19x99=1881)
1938 yılında ölmüştür. (19x102=1938)
57 yıl yaşamıştır. (19x3=57)
Atatürk, 19. yüzyılda 19 yıl yaşamıştır.
Atatürk, 19. yüzyılın bitmesine 19 yıl kala doğmuştur.
19 Temmuz'da mareşal olmuştur.
Atatürk'ün ilk askeri görevi, 19. kolordu komutanlığıdır.
Mustafa Kemal Atatürk adına üç aşamada kavuşmuştur. Fakat ilginç olan, adındaki harf sayısının 19 olmasıdır.
Atatürk, Türkiye'yi kurtarmak için Samsun'a hareket etmiş ve Anadolu'ya 19 Mayıs 1919'da ayak basmıştır.
Bandırma vapurunun yolcu sayısı 19'dur.
Atatürk'ün tarihe geçmiş iki önemli sözü "Ne mutlu Türküm diyene." ve "İstikbal göklerdedir." cümleleri de 19ar harften oluşmaktadır."

Çavdar Tarlasında Çocuklar-J.D. Salinger

Daha önce şunu okumuştum. O nasıl berbat bir çeviri idi. Bunu da beğendiğimi söyleyemiyorum; ama diğerinden daha iyi kesinlikle. Coşkun Yerli çevirmiş.

O kadar övdüler, o kadar övdüler ki bu kitabı amaaan diyesim geliyor. Yine de Holden tam bir ergen olduğu için ergen yanım kitabı beğenmek istiyor.

"Benimle Jitterbug yapmaya başladı; ama güzel güzel, sakin sakin, ölü gibi değil. Gerçekten de iyi dans ediyordu. Tek yapacağınız ona dokunmaktı. Her dönüşünde o küçük, güzel poposu öyle titreşiyordu ki. Beni mahvetti. Gerçekten. Yerimize oturduğumuzda ona yarı yarıya aşıktım artık."

"Sonra gitti. Denizci herifle ben birbirimize, tanıştığımıza  olduğumuzu söyledik, ki böyle, tanıştığıma hiç memnun olmadığım kimselere, durmadan, "Tanıştığımıza memnun oldum." demek beni öldürüyor. Ama, hayatta kalmak istiyorsanız, ille de bu zırvalıkları söylemek zorundasınız."

"Neyse, temiz bir gömlek çıkarıp onu giyerken düşündüm de, bu benim için büyük bir fırsattı, bir bakıma. Fahişe olduğuna göre, onunla deneyim sahibi olurum diye düşündüm, evlendiğimde falan yararı olurdu."

"Onun için pek deli divane olduğum falan yoktu, ama yıllardır tanıyorduk birbirimizi. Eskiden onu pek akıllı sanırdım, o aptallığımla tabii. Öyle sanmamın nedeni; tiyatro, edebiyat ve bütün bu zırvalıklar üzerine çok şey bilmesiydi. Birisi bu konularda pek çok şey biliyorsa, onun aptal olup olmadığını anlayabilmeniz epey zaman alıyor."

"Önemli bir şey değil, ama birinin elinden ucuz cinsten bir bavul gördüm mü, tepem atıyor. Bunu böyle söylemek felaket ayıp bir şey, ama elinde ucuz çantayla dolaşanlardan bile nefret ediyorum."

"Bana ait her şey felaket burjuva idi."

"O rahibeleri bu yüzden sevmiştim. Anlıyordunuz, her şeyden önce, öyle hiçbir zaman öyle şatafatlı yerlerde yemek yemezlerdi. Onların hiçbir zaman şatafatlı bir yerde yemeğe gitmediklerini düşününce felaket üzüldüm."

"Bir sürü okul çoktan tatile girmiş, millet evine gelmişti, yaklaşık bir milyon tane kız oturarak veya ayakta, buluşacakları oğlanların gelmesini bekliyordu. Bacak bacak üstüne atmış kızlar, bacak bacak üstüne atmamış kızlar, felaket bacaklı kızlar, rezalet bacaklı kızlar, harika görünen kızlar, bir tanısanız ne orospu olduğunu bileceğiniz kızlar. Gerçekten güzel bir manzaraydı beni anlıyorsanız eğer."

"Bir kız sizinle buluşmaya geldiğinde felaket güzelse, kimin umurunda; ha geç gelmiş, ha erken gelmiş, yani?"

"Film sahtekarlaştıkça o daha da fazla ağladı. Kadının felaket iyi kalpli biri olduğu için böyle ağladığını filan düşünebilirsiniz, ama ben onun yanında oturuyordum, değildi. Yanında küçük bir çocuk vardı ve felaket sıkılmıştı. Çocuk helaya gitmek istiyordu, ama o götürmedi çocuğu. Ona, ses çıkarmamasını, uslu durmasını söyledi durdu. O kadın ancak lanet bir kurt kadar iyi kalpli olabilirdi. Sinemalarda böyle sahtekarca zımbırtılara deli gibi gözyaşı dökenlerin yüzde doksanı aslında kötü kalpli, aşağılık insanlar. Şaka demiyorum."

"Bak ne diyor: Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir."

Sultan Murat- Cengiz Aytmayov

Sultan Murat, Mırzagül'ü seviyor. Bir de savaşa giden babasını, hasta annesini, kardeşlerini, babasının atı Çabdar'ı.

"O günlerde içinde bulunduğu bu duruma ne ad vereceğini henüz pek bilemiyordu. Bu, olsa olsa, başkalarından duyduğu ve kitaplardan okuduğu "aşk" denen şeydi. Bunu seziyordu. Askere giden yiğitler kaç defa ona bir mektup vermiş, bunu bir kıza ya da genç bir kadına vermesini rica etmişlerdi ondan. O da bu gizli görevi gururla yerine getirmişti. Kimseye de tek kelime çıtlatmış değildi. Boşboğazlık yakışır mıydı erkek olana! Hatta bir keresinde uzak akrabalarından biri olan Camankur için aşk mektubu bile yazmıştı. Camankur gençti ama okuma yazması yoktu. Koyunların peşinden ayrılamadığı, dağdan dağa göçüp durduğu için okula gidecek zamanı olmamıştı. Askere giderken o da yavuklusuna bir mektupla sevgisini dile getirmek, "Sağlıkla kal." demek istemişti. Çünkü geleneklere göre, bir delikanlı genç bir kızla evleninceye kadar konuşmazdı."

"En sonunda kararını verdi. Mektubuna Aşıktık Kat (Aşk mektubu) başlığını yazdı. Kime yazıldığını da "Bu avılda  yaşayan ve güzelliğinin nuruyla evini aydınlatan M.'ye" hitabı ile belirtti. Yazmaya devam ederek pazarda binlerce insanın karşılaştığını ama ancak birbirlerine el uzatanların el sıkışıp selamlaştıklarını söyledi. Camankur için yazdığı mektuptan hatırladığı bir cümleydi bu. Sonra, bütün hayatını son nefesine kadar ona adayacağını ve daha birçok şeyler söyledi. Mektubunu yine Camankur'un dizeleri ile bitirdi:

Aksay, Göksay, Sarısay... Dolaştım bunca diyar,
Bulamadım, bulamadım oy! Senin gibi yar..."

Cemile-Cengiz Aytmatov

İlk Aytmatov okumam bununla olmuştu. Hangi yayın evi olduğunu hatırlamıyorum ama Sultan Murat ile birlikte idi. Yine öyle okumam gerektiğini düşündüm. Bu kez ayrı ayrı; ama art arda okudum. Elips Yayınlarını da hiç sevmedim.
Cemile'yi yine sevdim. Üstelik yine içim kıyıla kıyıla okudum. Askerdeki kocasından gelen mektuplarda ona bir şeyler yazılmış olsun istedim. Danyar ile kaçıp gittiklerinde onları arayanların yanlış yöne gitmesine sevindim.

"Daha bu yaşta gece gündüz çalışmaktan canı çıkan bu çocuğa yiğit diyorsunuz ha! Bizim yiğitlerin, o sevgili evlatlarımızın nerede olduğunu Allah bilir. Şimdi evlerimiz terk edilmiş bir oba gibi ıssız kaldı."

"Söylentiye göre bir ilk bahar günü at yarışında Sadık, Cemile'yi geçememiş, bu ona pek ağır gelmiş ve bu yüzden Cemile'yi kaçırmış."

"-Allah'a şükür, diyordu, iyi bir eve, hayırlı bir yuvaya düştün. Burada mutlu olacaksın. Bir kadını mutlu eden şey çocuk doğurmak ve bir evde bulunması gereken şeylere sahip olmaktır. Allah'a şükür biz ihtiyarların kazandığı her şey size kalacak. Bunları mezara götürecek değiliz. Yalnız, şunu bilmelisin ki, mutluluk ancak namus ve haysiyetini koruduğun sürece vardır. Bu sözümü sakın unutma."

"Bütün mektupları bir sürünün koyunları gibi birbirine benzerdi: Her zaman "sağlığımla ilgili haberler" diye başlardı mektubuna. Sonra yine her zamanki gibi "Bu mektubu posta ile güzel kokulu yeşillikler içindeki Talas'ta oturan aziz ve pek sevgili babam Colçu-Bay'a gönderiyorum. Bundan sonra benim annem sonra kendi annesi sonra da hiç şaşmayan bir sıra ile bizler gelirdik. Bu sıralama bittikten sonra kabilemiz aksakallarının, yakın akrabaların sağlık durumları, hatırları sorulur, en sonunda da Sadık aceleyle ilave edilmiş küçücük bir cümle ile "Ve karım Cemile'ye de selam ederim." der, mektubunu bitirirdi."

"Cemile'nin üçe katlanmış mektubu her alışında kızardığını görürdüm. Satırlara hızlı hızlı göz gezdirerek okurdu mektubu. Ama sonuna yaklaştıkça omuzları iyice çöker, yanaklarının ateşi yavaş yavaş sönerdi. İnatçı kaşlarını çatar ve son satırları okumadan, mektubu, ödünç alınan bir şeyi iade ediyormuş gibi soğuk bir ilgisizlikle anneme verirdi."

18 Ekim 2010 Pazartesi

Muhaderat-Fatma Aliye




Kendi ismini ilk kez kullandığı eser bu imiş Fatma Aliye'nin. Nedenini anlamaya çalıştım.

Bu aralar hangi kitaba elimi atsam seksizmden zehirlenip ölecek gibi oluyorum. "Bu ne biçim dünya!" isyanlarına başlıyorum. Fatma Aliye, kendince bir çaba içindeymiş aslında buna karşı. Yine de gelenekten kopamadığı için bir türlü bu çaba minik adımlara denk geliyor. Bu kitapta da onun kendi hayatında yapmaya çalıştıklarını biraz da idealize edilmiş haliyle Fazıla'da anlatmış.

Kitapta ne olduğunu anlatınca kendinizi bir Türk filmi anlatılıyor gibi hissedebilirsiniz. Çok kısaltılmış bir şekilde anlatacağım için şanslısınız.
Fazıla'nın annesi ölüyor. Babası Sai Bey, kızı Fazıla ile oğlu Şefik'e nasıl bakacağını bilmiyor. Kendisinden 17 yaş küçük Calibe ile evleniyor. Calibe bir cadı ki, sormayın. Ne kötülükler yapıyor. Tam bir kötü üvey anne. Sai Bey'i ikna edip erkek kardeşi ile amcasının oğlu ve aynı zamanda sevdiği kişi olan Süha'yı da eve getiriyor. Süha aslında hiç fena şeyler düşünmüyor. Calibe, onu bir şekilde kandırıp yola getiriyor. Süha, Calibe'yi sevse de bir yasak aşk pişmanlığı yaşıyor. Üstelik, Fazıla'ya aşık oluyor. Fazıla, komşuları Münevver Hanım'ın oğlu Mukaddem Bey'le nişanlı. Ona karşı sevgiden çok minnet duyuyor. Mukaddem ise deli gibi aşık. Calibe, Münevver Hanım'ı istemiyor, Süha ise Mukaddem'i. Çeşitli hilelerle Fazıla'yı ondan ayırıyorlar. Fakat Fazıla Süha'ya da yar olmuyor. Babası onu Remzi'ye veriyor. Remzi tam bir görmemiş. Üstelik cimri. Fazıla, kocası olduğu için onu seviyor. Hem de nasıl sevmek. Remzi ise karşılık vermiyor bu sevgiye. Oysa Fazıla nasıl da güzel bir kadın. Remzi'nin gözü hep dışarıda. Fazıla'nın bir gün gözü açılıyor. Remzi'yi artık sevmiyor ve onun yaptıklarına dayanamıyor. İntihara karar veriyor. Kardeşine olanları yazıp deniz kenarına gittiğinde birden vazgeçiyor. Böyle bir şeyi düşünmüş olmak bile üzüyor onu. Kaçıp kimliğini gizlemeye karar veriyor. Yanlarında kiracı olarak kaldığı ailenin oyununa geliyor ve cariye olarak satılıyor. Onu satın alan aile Beyrut'a giderken onu da kızlarının dadısı olarak götürüyor. Beyrut'ta iken dadılık ettiği iki kızdan biri aşık oluyor. Allahım! O da ne! Aşık olduğu adam Mukaddem. Mukaddem, yanında bir doktorla birlikte Fazıla'nın ölümüne üzülerek verem olduğu için Beyrut'ta dinleniyor. Fazıla, yeni adıyla Peyman, Mukaddem'i ikna edip dadılık ettiği Enise ile evlenmeye ikna ediyor. O sırada dadı olduğu evin oğlu Şebib de Fazıla'ya aşık oluyor. Fakat Fazıla hala Remzi ile evli olduğu için bu aşka karşılık vermiyor. Neyse ki Remzi ölüyor da bu dertlerin hepsi bitiyor. Dadılık yaptığı diğer kızı da kardeşi ile evlendirip mutlu oluyor. Özet geçtim.

"Fazıla, Remzi için cevaplandırılması çok zor olan bir soru sormuştu. Remzi, "sevmek" ne demek olduğunu bilmiyordu ki Fazıla'ı sevip sevmediğini bilsin!.. Aklına gelip de şimdiye kadar Fazıla'ya hiç "Seni seviyorum." dememişti. Şu seviyorum kelimesi ne acayip kelimedir. Ne kadar çok söylenirse söylensin eskimez! Anlamını yitirmez! Modası geçmez! Bir bedbahtın saadetine, bir aşığın felaketine sebep olabilir. Kimini canına kıydırır, kimini mutluluk içinde yaşatır. Nice defalar yalan yere söylenmiş, sahtekarların işine yaramış, nice masumların baştan çıkarılmasına hizmet etmiş, binlerce vaadin yerini tutmuş da hala bu söze itibar ediliyor. Her yerde söylenip duruyor hala bir aşığın yüzünü güldürüyor. Bir bedbahtı bahtiyar ediyor. Her gün, her an, her dakika bir yerlerde etkisini gösteriyor."

*Bir de bu var.

17 Ekim 2010 Pazar

İklimler- Andre Maurois

Kitabı çok sevdim. Sevmemde en büyük etken -muhtemelen- çevirisi idi. 1946'da Hamdi Varoğlu çevirmiş. 

Philippe diye bir adam. Zengin, şımarık, kendini beğenmiş. Kadınlara pek kötü davranıyor. Bir gün Odile'e aşık olup gününü görüyor. Artık aldatılmak mı dersiniz, hakir görülmek mi... Odile'den sonra kendisini çok seven bir kadın görünce yine eski haline dönüyor. Sana her şey müstehak Philippe. RIP demek istiyorum, diyemiyorum.


"Kadınların vücutlarını teslim edişleri gibi, erkekler de ruhlarını, kuvvetle müdafaa edilen, ard arda bölgeler halinde teslim ederler. Ben, en gizli kıtalarımı, birbiri ardına savaşa sürdüm. Sığınaklarında sıkıştırılan gerçek hatırlarım teslim olacaklar ve gün ışığına çıkacaklar."

"Kadınlara pek az değer vermeli, fakat onlara baktıkça mütehassis olmalı ve bu kadar naçiz şeyler için bu derece güzel duygular beslediğimizden dolayı kendimizi takdir etmeliyiz."

"Hakkımda sert hüküm vermeyiniz. Öyle sanıyorum ki birçok gençler benim gibi çabucak bir metres, yahut çok göze çarpan bir kadın bulmak bahtiyarlığına eremezlerse, adeta zaruri olarak bu mağrur bencilliğe düşüyorlar. Bir sistem peşindedirler. Kadınlar, bu gibi teşebbüslerin hoş olduğunu insiyakla bilirler ve bu gençlerin peşinden adeta gönül rızasiyle giderler. Arzu, bir müddet aldatır, sonra, adeta birbirine düşman iki ruhta. önüne durulmaz bir can sıkıntısı başlar."

"Acaba niçin bu derece bir mükemmellik intibaı duyuyordum? Odile'in söyledikleri dikkate değer şeyler miydi? Zannetmem, ama, onda bütün Marcenat ailesi efradında bulunmayan bir şey vardı: Hayattan tad alma kabiliyeti. İnsanları severiz, çünkü, istikrarlı bir kimyevi terkip olmamız için formülümüzde eksik olan esrarengiz bir cevher neşrederler."

"Sevdiğim taraflarınız: Siz
Sevmediğim taraflarınız: Hiç yok."

"Sevdiğim taraflarınız: Sevmediğim taraflarınız."

"Juliette'in sözünü hatırlıyor musunuz, sevgilim?dedi. Fazla yumuşak davrandım, belki de benimle evlenirken, hareketimin fazla hafif olmasından korkarsınız..."

"Bazı modalar, kadınların bütün vücudunu erkeklerin erkeklerin gözünden saklıyarak, şöylece el dokundurulan bir fistana, vaktiyle, nasıl bir değer veriyor idiyse, duyguların utançla gizlenmesi de, ihtirasların mutad alametlerini ruhtan gizliyerek lisanın belirsiz inceliklerindeki değeri ve zarafeti belli eder."

"Nişanlandığımızdan beri, karımın düşüncesi artık benim düşünceme bağlı olduğuna ve devamlı bir intikalle, benim fikirlerimin hep onun da fikirleri olacağına, şuursuz, manasız bir emniyetle inanmıştım."

"-Tuhaf şey, diyordum, sizi az tanıyınca havai gibi görünüyorsunuz, halbuki, sevdiğiniz kitaplar oldukça hüzünlü şeyler.
-Ama, ben çok ciddiyimdir. Dickie, diye cevap veriyordu. Belki ondan dolayı havaiyim. Herkese olduğum gibi gözükmek istemiyorum.
-Bana bile mi?
-Size gözükürüm. Floransa'yı hatırlasanıza."

"Ben yokken neler yaptığını, birçok geveze ve içi gözüken kadınlar gibi, kendiliğinden anlatmazdı. Buna dair bir sual sorarsam, hemen daima müphem birkaç kelimeyle cevap verirdi."

"Onun, bilhassa içinde bulunduğu anı yaşadığını söylemiştim. Mazi ile istikbali, bunları ihtiyacı olduğu zaman icad ediyor, sonra icad ettiği şeyi unutuyordu."

"Farzedelim ki, 1909 Mayısında, Floransa'da, başka bir otele indin. Ömrün oldukça, Odile Malet2nin varlığından haberin olmıyacaktı. Ama, yine de yaşıyacaktın, mes'ut olacaktın. Niçin, tam şu anda, onun mevcut bulunmadığını tahmin ederek hayata yeniden başlamıyorsun?"

"Bunun üzerine Odile'i öptüm. Karşısında öyle karmakarışık hisler duyuyordum ki, bunları bile iyice anlayamıyordum. Odile'den hem nefret ediyordum, hem ona tapıyordum. Kah masum, kah suçlu sanıyordum. Hazırladığım şiddetli kavga sahnesi, dostça, mahrem bir sohbete dönüverdi."

"-Her yaptığınıza teşekkür ederim, dedi.
Sonra, arkasını dönmeden taksiye bindi."

"Hakikat şu ki, bir erkeği, kuvvetle meşgul eden bir iptila, kadınları, en istemediği zaman kendine çeker. Aklı başında bir kadınla olan erkek, yaratılıştan hisli ve yumuşak kalbli de olsa, bigane ve adeta haşin hale gelir. Bedbaht olduğun için, istemediği halde sunulan bir sevgiye kapıldığı olur. Bu sevgiyi tadar tatmaz ondan usanır ve usandığını belli eder."

"Aşkın gözü kördür demek yanlış, doğrusu şu ki aşk, bir insanda her şeyden ziyade değer verdiği, çoğu zaman tarife sığmaz bir şey bulduğuna inanırsa, kusurları ve zaafları pekala görür de bigane kalır."

"-Sizce Solange zeki midir?
-Kadınlığına göre çok zekidir."

"Bir çocuğum, bilhassa bir oğlum olsaydı, ikinci bir Philippe, fakat bu sefer hiç değilse, en az on beş sene için tamamile bana ait bir Philippe olacaktı."

"Kocanız size sadık mı değil? A kuzum hiçbir erkek sadık değildir ki."





14 Ekim 2010 Perşembe

Seksoloji Cinsi Bilgiler Mecmuası

"Çocuklarımızı tenasuli hayatın sırlarını dolambaçlı yollarla ve kendi tecrübeleri ile öğrenmeğe mecbur bırakabiliriz . Bu takdirde memnuniyet verici neticeler elde edemiyeceğimizi kafamıza kat'iyetle koyalım.
Diğer taraftan, hakikate sıkılmadan, karanlık noktalar bırakmadan tercüman olabiliriz. Bu takdirde, çocuklarımız müstehcen konuşmalara şahid oldukları zaman: "Beni alakadar etmez, bu hususta annem, babam beni lüzumu olduğu kadar tenvir ettiler." diyeceklerdir. İşte arzu edilen netice!"

"Kocaya gösterilen soğukluk müşterek aşkın mezarıdır. Buna mukabil bir erkek hiçbir zaman eski metresiyle evlenmemelidir."

"Her hapishanede gayet tabii olarak bir miktar Homoseksüel (Kendi cinsi ile cinsi münasebette bulunma, erkeğin erkekle, kadının kadınla münasebeti.) mevcuttur. Bunlar hiç sıkılmadan, vicdan azabı duymadan müstekreh faaliyetlerine devam etmektedirler. Homoseksüel'ler her yeni geleni merakla tetkik ederler, bir müddet bekledikten sonra cinsiyeti alakadar eden mevzular seçerek mevkufu sorguya çekerler; imtihanın neticesine göre biçare ya Homoseksüel olur yahut da kendi kendini tatmin yoluna sapar ve buna alışır.

Asri hapishaneler seksüel dejenereleri yetiştirmek için mükemmel birer müessesedirler. Mevkufların ekseriyeti kendini kadınsız bir hayata alıştıramadıklarından cinsi duygularını körletmek için cemiyetin takbih ettiği usullere başvurmakta ve bu maksatla bulundukları faaliyeti haklı göstermek için türlü iddia ve bahaneler icad etmektedirler. Açlıktan ölmek üzere olan bir insanın önüne küflenmiş ekmek koyduğunuz takdirde o ret etmiyecek ve yegane ölümden kurtuluş çaresinin  bunu yemek olduğunu idrak ettiğinden tereddütsüzce ağzına atacaktır.

Hapishane duvarları arkasında yapılmadık rezalet kalmaz; ve normal karakterde olan masum insanlar homoseksüel tatbikata faal şekilde iştirake zorlanırlar."

"Bazı medeni memleketlerde kadın hamile kaldıktan sonra nikah kıyılmaktadır. Bundan maksat gelinin kısır olup olmadığının anlaşılmasıdır."

"Erkeğin kadına karşı duyduğu hislerle iktidarının derecesini ölçmek mümkündür. Eşine karşı şiddetli bir arzu duyan erkeğin iktidarsız kalması aşağı yukarı imkansızdır." (Çok iddialı.)

"Erkek ise kudretini kayıtsızca harcamış ve gençliğinde sahip olduğu intiaza hasret kalmıştır."

"Bu hale verilecek en güzel misali, bir erkeğin kadın arkadaşını seçerken bu seçişine amil olan mantıki sebepleri izah edememesinde görürüz."

"Psikoloji çağı olan zamanımızda bile mevzubahis cinsi cazibenin kuvvetini tayinden aciziz."

"Mesela, şimdie kadar, müteşebbis, cesur olan ve en ciddi kararları bile kimseye danışmadan alabilen bir iş adamının birdenbire, birkaç sene içinde şahsiyetinin tamamen değiştiğini fark ederiz. Sanki dinamizmi kaybolur, mütereddid, çekingen, herkesten fikir almadan hiçbir şeye karar veremez olmuştur. Hiçbir işten yılmayan ve enerjisi ile her güçlüğü yenen bu adamın korkuları, şüpheleri ve zihni kompleksleri hayatta edindiği tecrübelerin semeresi veya yaşın neticesi olarak kabul edilebilirse de... eski enerjik iş ve hayat adamının yerini gündelik hayatın kıymetsiz teferruatının sebebleri ile vaktini zehir eden korkak bir adam almıştır. HATTA HİSLERİ KADINDAN  FARKSIZDIR. Prostatını iyi bir tetkikden geçirirsek belki de dişi cinsi hücrelere rastlamak mümkündür."

"Evlenmeden önceki cinsi münasebetler erkeğin aşkını tahrik etmek şöyle dursun, bilakis aksi neticeyi verir. Çünkü işin içine namus meselesi karışmıştır. Zafer bir kere kazanılınca, oyun artık zevk vermez olur. Gayrı meşru bir hale gelmiş olan aşk, bütün cazibesini kaybeder. "

"Kadın erkekten daha mı ihtiraslıdır? Bu sualin cevabını şimdi verecek, sonra da isbat edeceğim: EVET DAHA İHTİRASLIDIR..." (Onlar büyük harfle yazdı diye.)

*Mecmuanın ilk ayı sayısı, Nisan 1949-Eylül 1949 arası

** Diğer alıntılar için buraya, şuraya bir de buna bakabilirsiniz.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Kirpinin Zarafeti-Muriel Barbery

Bir kitaba başlarsınız. Birkaç sayfa okursunuz. Hmm, dersiniz. Başkasının kitabı olduğu için gerisi gelmez. Bu çok sinir bozucudur. Daha sonra bir gün kitap karşınıza çıkar yine. Ne güzel.

Kitabın arkasındaki özeti paylaşayım önce sizinle: "On üçüncü yaş gününde intihar etmeyi planlayan on iki yaşında, son derece zeki ve üstün yetenekli bir kız çocuğuyla, müzik, resim ve felsefe meraklısı, Rus edebiyatı ve Japon sineması tutkunu elli dört yaşında bir kapıcının, kibar bir Japon beyefendisi sayesinde gelişen sıra dışı dostluğunu anlatan Kirpinini Zarafeti..."

Özetlemek, biraz yalan söylemek gibi. Ne dersek diyelim, aslından saptırıyoruz. Yine de "Japon beyefendisi" ifadesinden çok anlaşılmasa benim kitapta hissettiğim Japon sevgisinden bahsetmek isterim. Kitabın on iki yaşındaki kahramanı manga okuyup Japonca öğrenmeye karar verenlerden. Hepimizin böyle arkadaşları vardır, evet. Renee de zaten Japon sinemasını seviyor. Yine de biraz sakin olmalarını bekliyordum Kakuro gelince. "Aaa Japon, ne güzel..." diye sevdiler hemen hiç tanımadan. Sırf Japon diye.

Kitaptaki bölümler sırayla kapıcı Renee ve Paloma'nın ağzından anlatılıyor dönüşümlü olarak. Aşağıdaki cümlelerden de hangisinin kimin olduğunu okuduysanız hemen anlarsınız. Okumadıysanız, bence okuyun. Paloma biraz abartılı. Aslında kitapta kim neyi seviyorsa o abartılı. Ben tabii vasatlığa çok alışmış biri olarak böyle düşünüyor olabilirim. Siz coşkulu bulabilir, sevebilirsiniz. Ya da belki bu kitapta sevdiğim şeyleri sadece ergen yanım sevmiştir ve siz onları da beğenmeyebilirsiniz.

"Ben dul bir kadınım. Ufak tefek, çirkin, tombul biriyim. Ayaklarımda nasırlar var. Kendi kendimi rahatsız ettiğim bazı sabahlara bakarsak, bir mamut gibi soluk alıp veriyorum. Eğitim görmedim. Kendimi bildim bileli yoksul, ölçülü ve önemsiz biri oldum. Kedimle birlikte yalnız yaşıyorum. Tembel, kocaman bir erkek kedi. Kayda değer özelliği kızdırıldığında patilerinin kötü kokmasıdır. Birbirimize benziyoruz; ikimiz de kendi hemcinslerimiz arasına katılmak için pek çaba sarf etmeyiz. Daima nazik olsam da ender olarak sevimlilik gösterdiğimden beni sevmezler, ama yine de bana hoşgörü gösterirler; çünkü  ben toplumsal inancın apartman kapıcılığına dair bir araya getirdiği paradigmaya gayet iyi denk düşüyorum: Ben, yaşamın kolayca çözülebilecek bir anlamı olduğu şeklindeki büyük evrensel yanılsamayı döndüren sayısız çarktan biriyim."

"Belli ki yetişkinler zaman zaman durup yaşamlarının nasıl bir facia olduğunu düşünüyorlar. Ama o zaman da bir şey anlamadan sızlanıp duruyorlar ve hep aynı cama çarpan sinekler gibi, çırpınıyor, ıstırap çekiyor, yıkılıyor, çöküyorlar ve kendilerini gitmek istemedikleri yere sürükleyen olaylar zinciri üzerine düşünüyorlar. Hatta içlerinden en zekileri bu sorgulamayı din haline bile getirirler."

"Hayatın bir anlamı vardır ve bunu büyükler bilir lafı herkesin inanmak zorunda kaldığı evrensel bir yalandır. Yetişkin olup da bunun yanlış olduğunu anladığında artık vakit çok geçtir."

"Renee. Bu bendim. İlk kez olarak biri adımı söyleyerek bana hitap ediyordu. Anne babamın hakaretler ya da gürlemeler kullandığı yerde, açık renk gözlerine ya da gülümseyen ağzına şimdi dikkatle baktığım kadın, kalbime giden bir yol açıyordu ve benim adımı söylerken, o zamana kadar hiç bilmediğim bir yakınlık kuruyordu benimle. Etrafımdaki dünyaya baktım, aniden renklerle süslenmişti."

"Çünkü özünde, bizler, yemek yemek, uyumak, üremek, fethetmek, ve kendi alanımızda güvenlik sağlamak için programlanmış primatlarız. Bu konuda en yetenekli olanlara, içimizde en hayvan olanlara ise daima başkaları sahip olur. Kendi bahçelerini savunmayı, yiyecek tavşan bulmayı ya da düzgün döllenmeyi beceremezken güzel konuşanlar... İnsanlar zayıfların egemen olduğu bir dünyada yaşıyorlar."

"Beni tanımadılar diye tekrarlıyorum.
O da duruyor. Elim hala kolunda.
Sizi hiç görmemiş oldukları için, diyor. Ben sizi her koşulda tanırım."

"Ve siz Kakuro, sevgili Kakuro, bir kamelyanın olabilirliğine beni inandıran siz... Belki de... Belki de siz beni hala güldürecek, konuşturacak ve ağlatacaktınız."

"Ölürken ben ne yapıyordum diye kendime soruyorum. Kalbimin sıcaklığında cevabım çoktan hazır.
Ne  yapıyordum?
Başkasıyla karşılaşmıştım ve sevmeye hazırdım."

"Sonunda kendime hayatın belki de bu olduğunu söylüyorum. Fazlasıyla umutsuzluk. Ama aynı zamanda, güzel bir iki an."

"Canlı olmak belki de budur: Ölen anların ardından koşmak."

2 Ekim 2010 Cumartesi

Güneşi Uyandıralım- Jose Mauro de Vasconcelos

Bir şeyin devamını getirmek zordur. Çoğu zaman bambaşka bir şey yazılır. Bu kitapta da çok farklı değil durum. 

Şeker Portakalı'ndaki Zeze için yeni bir kitap yazalım diye düşünmüşler. Ne yapalım? Zeze'yi büyütelim. Şahane fikir. Zeze çok sıkıntı çekti. Yavrum, yazık ona. Zengin bir ailenin yanına verelim. Zeze, babasının yerine başkalarını koymaya çalışıyordu. Şimdi üvey babası ile ilişkileri üzerinde duralım. Yine de Zeze'nin çok değişmediğini göstermek için, bu babanın yerine de başka bir şey koyalım. Kurbağa. Bu kez portakal ağacı yerine bu olsun. Hem de adı Adam olan çirkin bir cururu kurbağası. O kendini öyle tarif ediyor. Yoksa benim için kurbağa güzel olmuş çirkin olmuş hiç mühim değil. Aileden birileri yerine de evde çalışanları eklersek güzel olur, evet. 


"Koşarak odama gittim. Bedenim hala ter içindeydi. Yatmam ve uzun bir dua okumam, Araf'taki zavallı ruhlar için yeni bir duaya başlamam gerekiyordu. Rastlantıyla da olsa ses yeniden karşıma çıkarsa, ağzını burnunu kıracaktım."

"Yalan söylemeyi sevmiyorum. Çünkü insan ancak kendi kendini kandırıyor."

"Saate bakmak için elini kaldırdı. Büyüklerin bu hep saate bakma tutkuları inanılır gibi değil. Özellikle de her şeyin en güzel olduğu anlarda."







1 Ekim 2010 Cuma

Eminim Şaka Yapıyorsunuz Bay Feynman-Richard P. Feynman

Arkadaşım, çok eğlenceli bu mutlaka oku, dedi. Söz dinlerim.

Feynman, anılarını anlatmış. Ralph Leighton dinlemiş, toplamış. Tuncay İncesu da kitaptan okuduğu birkaç satırla kitabı çevirmeye karar vermiş. Acele etmiş. Çevirirken de acele etmiş olmalı, gerçekten kötü olmuş.

"Meraklı bir karakterin serüvenleri" diyor kitabın kapağında. Önce ön sözleri okudum. Vay be, dedim. Adam MIT'ye, Princeton'a, Caltech'e gitmiş; ama demek espriden anlıyor. Hem ilginç şeyler yaşamış hem de bunların ilginç ve eğlenceli olduğunu anlamış. Çok acayip, diye düşündüm. Adamın ilginç diye anlattıkları hep nasıl bir "nerd" olduğuna dair hikayeler. Otelin mutfağında çalışıyormuş da fasulyeleri doğramak zaman alıyormuş da hemen bir alet yapmış da. Patates için de başka bir alet. Ailesi gece gelip kulaklığını çıkarıyormuş alarm yapmış coca cola kutularından. Üniversitede zeki diye peşinden koşanlar, çözdüğü fizik problemleri ile artan popülerlik... Kitap boyunca böyle bir adamın hayatını niye okuyorum ki ben, dedim. Bana ve benim kafamdaki gerçekliğe ne kadar uzak  bunların hepsi. Bu nasıl yaşam? Bu nasıl bir insan?

Kitap boyunca, bilimin kutsal bir inek olduğuna katılmaktan başka bir şey yapmadım. Hiç de eğlenceli değilmiş üstelik hikayeleri. Adam inek, ne kadar eğlenceli olabilir ki?

"Ama bunu otel işlettiği için kendisini akıllı zanneden bir insana söyleyemezdiniz. O zaman, yenilik yapmanın gerçek dünyada çok zor bir şey olduğunu öğrendim."

(Önce özetleyeyim: Feynman, köpeğinin onun çıplak ayakla bastığı yerleri kokladığını fark ediyor. Sonra yerde emeklemeye başlıyor. Kendi kokusunu almaya çalışıyor. Bununla ilgili fikirlerini bir yerde anlatıyor ve kanıt isteyenler için odadan çıkıyor. Üç kişi üç kitap alıyorlar. Kitapları ve kişileri bulmaya çalışıyor, kitapları tutturuyor. Salondakiler, onun içeride bir işbirlikçisi olduğunu düşünüyorlar.)
"O günden sonra sık sık, bu oyunu kullanabileceğim bir kart hilesi geldi aklıma. Birine ben odada yokken destenin içinden bir kart seçmesini ve sonra yerine koymasını söyleyecektim. Sonra onlara "şimdi ben size onun hangi kartı seçtiğini söyleyeceğim." diyecektim. " (İlahi Feyman.)

"-Neden lisansüstü okula MIT'de gitmen gerektiğini düşünüyorsun?
- Çünkü bilimde ülkenin en iyi okulu MIT.
-Böyle mi düşünüyorsun?
-Evet.
-İşte bu sebepten başka bir okula gitmen gerekir. Dünyanın geri kalan kısmının nasıl okuduğunu öğrenmen gerek.
Ben de Princeton'a gitmeye karar verdim." (Dünyanın?)


"-Çayınıza krema mı yoksa limon mu istersiniz Bay Feynman?
-Teşekkür ederim, ikisini de alırım.
-Heh-heh-heh-heh-heh. Eminim şaka yapıyorsunuz Bay Feynman.
Şaka mı? Şaka mı? Ben şimdi ne cehennemin dibini dedim ki."

"Yorumlar beni çok şaşırttı çünkü bir tuğlaya bunca değişik açıdan bakılabileceğine hayatım boyunca şahit olmamıştım. Olayın sonunda felsefecilerin girdiği tüm tartışmalarda olduğu gibi büyük bir fikir kaosu dışında bir şey olmadı."

29 Eylül 2010 Çarşamba

Genç Werther'in Acıları-Goethe

Bir duygu seli, bir emoluk. Ben bu kitabın verdiği yoğun emoluğu, o güzel hüznü ergenlik dönemimin başlarında fark etmemişim. Şimdi çok daha olgun bir ergen ve emo olarak okuyunca gördüm. Adeta gözüm açıldı.
Goethe, kendi yaşadıklarını önce kitabın kahramanına yaşatmış: Ümitsiz bir aşk. Sonra kendi yapamadığını ona yaptırmış. Mektupları ve mektuplardan oluşan kitapları pek severim esasında. Bu kitaba karşı ilk okuyuşumda ne hissettim bilemiyorum. Kitabı okurken sürekli aynı şeyleri tekrarladığım için annem, merakla kitabı sordu. Anlattım. "Gidip başka kız yokmuş gibi nişanlı kıza aşık olursa öyle olur." dedi.
Ah, Werther, daraldım, bunaldım senin aşkını okurken.

 Bu kitaptan sonra intihar edenlerle Murat Kekilli dinleyip intihar edenler arasındaki ilişki üzerine düşündüm.

"Lotte'nin portresine üç kez başladım ve kendime üç kez kahrettim; benzetme konusunda önce daha başarılı olduğum için bu beni kahrediyor. Bunun üzerine Lotte'nin siluetini çizdim ve şimdilik bu benim için yeterli olmalı.
Evet, sevgili Lotte, bana verdiğiniz bütün görevleri yerine getireceğim; yeter ki bana daha çok görev verin, mümkün olduğu kadar sık. Yalnız sizden şunu rica ediyorum. Bana yazdığınız notlara mürekkebi kurutmak için kum dökmeyin. Bugün kağıdı aceleyle dudaklarıma götürdüm ve dişlerim gıcırdadı."

(Kitap boyunca dişlerle ilgili bir şey oluyor. Gıcırdıyor, sıkılıyor, acıyor.)

"Söylediği her söz bir hançer gibi yüreğime saplandı. Bütün bunları anlatmasa bana daha büyük bir iyilik yapmış olacağını fark etmiyordu. Üstelik ilgili bütün dedikoduları ve olup bitenlerden ne türden insanların kendilerine pay çıkarttıklarını da sözlerine ekledi. Uzun bir zamandan beri suçladıkları bir tavrımın, haddini bilmezliğimin ve başkalarını küçük görmemin cezalandırılmış olması onları nasıl da sevindirip keyiflendirmiş. Bütün bunları, Wilhelm, onun ağzından, gerçek bir paylaşma duygusunu ifade eden sesinden duymak beni yıktı ve kendime çok kızdım."

"Hayır, iyi! Her şey yolunda! Onun kocası olmak mı! Ey beni var eden Tanrım! Bana bu mutluluğu bağışlasaydın bütün hayatım bitmeyen bir dua olacaktı. Yargılamak istemiyorum, bağışla gözyaşımıi bağışla bu beyhude dileklerimi! O benim karım! Dünyanın bu en sevgili varlığını "güneşin alında" kollarıma alabilseydim. Albert onun ince beline sarılınca bütün bedenimle ürperiyorum.
Peki bunu söyleyebilir miyim? Niçin olmasın Wilhelm? Benimle, daha mutlu olurdu işte. Albert, ah, Lotte'ninki gibi bir yüreğin dileklerini yerine getirecek insan değil. Belirli bir duyarlılık eksikliği, belirli bir... buna ne ad verirsen ver, Wilhelm, kastettiğim şey, bir kitabın belli bir yerinde... ah, Lotte'nin ve benim yüreğim aynı anda çarparken ya da yüzlerce başka durumda, örneğin bir kimsenin davranışı hakkında Lotte ve ben aynı duyguları dile getirirken, Albert bütün bunları yüreğinde paylaşamıyor işte. Sevgili Wilhelm! Gerçi Albert onu bütün yüreğiyle seviyor, böyle bir sevgi neye değmez ki!"

"İçimden göğsümü parçalamak ve beynimi dağıtmak geliyor; insanların birbirleri için ne kadar az bir anlamları var. Ah!"

"Bu düş değil, sanı değil. Mezara yakın olmam beni aydınlatıyor. Görüşeceğiz! Yine görüşeceğiz! Anneni göreceğim. Onu bulup göreceğim."

"Ah, beni sevdiğini biliyordum, daha ilk kez el sıkıştığımızda, o ilk mutluluk dolu bakışlarından anlamıştım bunu."

28 Eylül 2010 Salı

Kızılcık karpuz olur mu hiç? İlahi çevirmen!

Kapakta şöyle diyor kitap hakkında: "Metin türü bilgisine sahip, çevirinin gereklerini kavramış bilinçli kararlar alabilen çevirmenler yetiştirmek nasıl mümkün olabilir? Bu soruya yanıtlar arayan deneysel bir Metin Atölyesi çalışması..." İçinde de şunu diyor: "Bu kitapta, "Edebiyat çevirisi nasıl öğretilebilir?" sorusuna yanıt aramak için Boğaziçi Üniversitesi, Çeviribilim Bölümü'nde yaptığımız deneysel bir çalışmayı bulacaksınız. Çeviribilim Bölümü öğrencileri için açılan Metin Atölyesi derslerini, özellikle edebiyat çevirisi öğretiminde yöntem araştırması yapmak için kullandık ve o deneysel çalışmamızı kitaplaştırdık."

Madem işim gücüm yok çeviri yapayım, dediğim günlerde arkadaşımın kitaplığında gördüm bu kitabı. Merakla okudum. Siz okumayın. Sırf yukarıda yazanlardan da anlayabileceğiniz üzere öğrenciler kullanılmış. Sevmiyorum bunu zaten. "Hadi, öğrencilere şunu yapalım da cevaplarını da toplayalım kitap olssuuunnn! Başka da bir şey eklemeyelim. Olur da eklemek istersek konuyla alakasız bir şeyler koyalım." diye düşündüklerini tahmin ediyorum.

Kitapta koyu puntolarla yazılan kelimeler var. Sinir bozucu. Siz vurguyu anlayamazsınız; biz gösterelim, demişler.

Uygulamalardan örnekler vereyim.

Uygulama 1:

Kızılcık
İlk yemişini bu sene verdi,
Kızılcık,
Üç tane;
Bir daha seneye beş tane verir;
Ömür çok,
Bekleriz;
Ne çıkar?
İlahi kızılcık!
Orhan Veli

(Kızılcık yerine başka bir meyve konup şiir yazılıyor.)
Kiraz
İlk meyvesini bu yaz verdi
Kiraz
Pek az
Bir daha yaza daha çok verir
Vakit var
Beklerim
Sana değer
Kirazım!

(Daha önce yapılmış çevirilerden.)

The Dogwood Tree
It gave its first fruit this year;
Three cornelian berries;
It'll give five more
Next year;
Life is long,
We can wait,
What's the rush?
The divine dogwood
Tree!
Çeviren: Murat Nemet Nejat

The Cornelian Cherry
This year
The cornelian cherry
Gave its first fruit
There were only three
Next year it may give five
Why worry?
We can wait,
Life is long.
Ah, dear cornelian cherry.
Çeviren: Nilüfer Mizanoğlu-Reddy

(Öğrencilerden)
The little cornelian
Bore its fruit
Its first three berries
This year
Next year
It may give five
Life is long
No wonder we can wait
Why not?
O, my dear cornelian

Little Red Tree
This year she gave her first berries
Little red tree
Next year, she may give five
Life is long
We'll wait
No matter!
Oh, sweet little tree!

Böyle böyle şeyler. 

İslam'da Feminizm-Halil Hamit

Kitap, Halil Hamit'in sorusu/isteği üzerine ona yazılan mektuplarla başlıyor. Emine Semiha, Mehmed Rauf, Raif Necdet, Köprülüzade Mehmed Fuad tarafından yazılan mektuplar. Hepsi 1910 yılı içinde yazılmış.
Kitabın geri kalanını Halil Hamit ikiye ayırmış. İlk kısmı Madam Hodroy Meno'nun La Fam'ının mühim kısımlarından ikinci kısmı ise Halil Hamit'in Tam Eşitlik kitabından meydana geliyor. Bir önceki cümleden de anlayabileceğiniz gibi kitapta isimler böyle, okudukları gibi. Bir de kitapta doğru yazılmış eke rastlamak zor. Alıntı yaparken kendimi kaptırıp oradaki gibi yazmış olabilirim.
Kitabın sonunda ise "Günümüz Türk Basınından Örnekler" diye bir bölüm var. Genelde 2000 yılında basında yer alan konu ile ilgili yazılar derlenmiş.
Kitabın adına pek aldanmamak gerekiyor. Mektuplarda ve kitabın ikinci kısmında İslam diye anlatılan dönemin ahvali olmuş. Gerçi İslam denilerek anlatılmamış. İslam'dan tesettür dışında hiç bahsedilmemiş.

Mehmed Fuad'ın mektubundan:

"Bence her nasıl olursa olsun, erkekle kadın arasında iddia ve eşitliğin  sağlanmasına kalkışmak abes ve beyhudedir. Çünkü iki cins arasında gerek vücut yapıları ve gerek psikolojik yapıları itibariyle o kadar derin bir uçurum ve farklılıklar mevcuttur ki, tabiatın ortaya koyduğu bu eşitsizliğe önem atfetmeyerek tam eşitlik fikrinde bulunan en aşırı feministler bile tabi bunu inkar edemezler. Şu halde fiziki görevlerin fiziki olduğu düşünülürse, erkekle kadın beyni arasındaki fizyolojik ve hatta  psikolojik farklardan, her iki cinsin, daha başlangıçta yaratılıştan itibaren ayrı ayrı görevlerin ifasına mecbur oldukları ve binaenaleyh aralarında kesin bir eşitsizlik mevcut olduğu mantıki sonucuna varılır. Bundan dolayı ilmi esaslara dayanarak ortaya koyduğum şu görüşlerden kadın aleyhtarı olduğuma insan toplulukları kadının sosyal önemini dikkate almadığıma hükm olunmasın. Ben, erkeklerle kadınların doğuştan eşit olmadıkları fikrinde bulunmakla beraber, kadınların ahlaken (moralement) erkeklerden daha yüce ve değerli olduğuna ifa ettikleri görevlerin çok büyük olduğuna, ve sosyal konumlarının ıslah edilmesi gerekliliğini de kesinlikle düşünmekteyim. Size şair olduğumdan dolayı kadınlar hakkında son bir mütalaa daha ifade edeyim: Kadın, doğumundan sonsuza kadar sürüklenmeye mahkum olan insanlığın tek teselli kaynağıdır.
Bundan hareketle diyebiliriz ki: Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer!..."

Mehmed Rauf'un mektubundan:

"Kadın-erkek eşitliği... Ne muhteşem ne muazzam bir kanun!.. Fakat aynı zamanda ne kadar uzak, ne uygulanması imkansız bir hayal...
Ademin yaratılışından zamanımıza kadar insanlık o hayale varabilmek için koşuyor. Fakat ortaya konan bunca esere, bunca gelişmeye rağmen ona ulaşılamıyor. Olması kabil midir? İnsanlar arasında her zaman az çok hükmünü devam ettirecek olan cehalet, tabiat ve insan psikolojisi nazar-ı itibara alınca bu soruya verilecek cevap koca bir üzüntü kaynağından ibaret kalır. Kadın ile erkek arasında tam eşitliğin uygulanabilmesi mümkün değildir!
... Memleketimizde ise şimdiden feminizmin uygulanmasını ümit etmek hayal kırıklıkları ve yıkımlarla dolu zehirli bir tasvirdir. Önümüzde, eserlerine gözcülüğünü yapmaktan kurtulamadığımız ileri milletler bile tam eştlik hakkında şimdilik ancak samimiyet ile iyi niyet gösterebilir ve ortaya çıkacak daha birçok eserin gelişmesi kadınlığın esareti ile geçecektir. Fakat bu esaret bir pederin çocuğuna uzattığı koruyucu el hükmünde olduğundan bakanlar takip ettikçe ilmin ışığında cinsiyet ve zayıflık gibi şartları sildikçe, bu gün okullarına hür gidebilen çocuklar gibi kadınlar da esaret belasından kurtulacak ve kabiliyeti derecesinde en tabii haklarına kavuşabileceklerdir."

Rauf Necdet'in mektubundan:
"Benim fikrimce erkeklerle kadınlar arasında tam bir eşitliğin tesisine her şeyden önce tabiat (la nature) engel olmaktadır. Tabiat her hususta eşitliği bozmaya meyillidir. Şu kadar var ki; tabiatta mevcut bu bozma meylini, insanlar biraz da zekalarıyla az da olsa değiştirebilmişlerdir.
İki cins arasında büyük mesafeyi sağlamlaştıran kuvvet kadınların bedensel yapıları, yani fizyolojileridir ki; bu her şeye hakimdir.
Sosyal hayattaki düzen ve intizam noktasında kadın ile erkeğin sosyal görevlerinin ayrı olması lazımdır.

Kadının fiziksel ve sosyal görevi insanlığa hediye edeceği çocukları insanlığın maddi ve manevi menfaatlerine uygun bir şekilde terbiye etmekle özetlenebilir. Bu yönüyle kadının sostal mevkii çok önemlidir. Sosyal hayatta işgal ettiği bu mevkiin önemine uygun bir şekilde kadını takdir ederek yüceltmeli, fiziki eşitsizliğin ortaya koyduğu bu durum çok tabii görünmesi lazım gelen eşitsizliği kadınlara hürmetle, sağlanacak refahla, verilecek önemle telafi etmeye çalışmalıdır. Bu, erkek için medenî ve insanî bir görevdir. Kadınları, kadınların sosyal ve vatani görevlerini hafife almak bir vahşet eseri ve gafletten başka bir şey değildir.
... Haşin, kendini düşünen bir kocanın istibdat pençesi altında inleyen faziletli bir kadın cidden merhamete muhtaç, böyle bir koca ise nefreti hak etmiştir."

Halil Hamit'ten:

"İlk sözüm "Yaşasın kadınlar!" olacaktır. Ümit ederim ki, ölürken yine aynı sözleri tekrar ederek gözlerimi kapayacak ve takdis ettiğim zavallı kadınlara muktedir olduğum kadar bir iyilikte bulunabildiğimden dolayı bahtiyar bir şekilde kendimi toprağın kucağına atacağım. Öyle zannediyorum ki, gözümü açtığım zaman kadınların iniltilerini işiterek ağlamış, ağlamıştım. Evet, ben pek küçük iken kadınlara karşı derin bir hürmet hissi ve merhamette hassas olmuştum. O zamandan beri onları yaşatmak için çalışıyor, daima onların gasp edilmiş hukununu kazanmaya çalışıyorum. Zaten annem bana söylerdi, sen küçük iken en çok kadınlara gülerdin derdi.

Oh kadınlar, onlar benim için pek mukaddestir. Tabiat beni cinsiyet olarak onlardan ayırmışsa da psikolojik olarak ayırmaz ve sonsuza kadar da ayırmayacaktır.

... Bütün erkekler kadının ne demek olduğunu bilmekle beraber onlara hakim olamamak zavallılığıyla kadınların yaşamalarını istemezler. İnlemeleriyle şifa bulurlar. O benciller anlamalıdır ki, kadın erkeklere özel bir oyuncak değildir. Erkek ne ise kadın da odur. Erkek hangi haklara sahip ise kadın da sahiptir. Erkek hakimse kadın da hakimdir. Fakat bugün değilse bile elbette yarın olacaktır. Kesinlikle olacaktır. Esaret hiçbir yerde baki kalmamıştır.

... Ya Rabbi, bilinmez ki, biçare, zayıf mahluklar bu kadar azaba nasıl tahammül ediyorlar?. Ben tahayyülünden titremekteyim. İşte anlayınız kadınlıktaki büyüklüğü ki; erkekten nazik, erkekten hassas olduğu halde ondan metanetli, ondan sabırlıdır.

Aylık Ayda Moderen'in birinci sayısında Yirminci Asırda Feminizm makalesinin yazarı diyor ki: "Bu fikrin partizanları az değildir. Özellikle erkekler içinde çok bulunur. Kaderin garip bir yönlendirmesiyle zengin olan kadınlar müstesna olmak şartıyla bütün kadınlar feministtirler."

Bazı ilkel kabileler arasında kadınlar genel idi. Erkekler onları müdafaa için birleşirlerdi. Bu birleşmeden Matriyarkat hasıl olurdu. Bununla çocuklar, gayet muktedir, annelerine bağlıydı ve soylarını onlardan alırlardı. Bu hayat tarzı Çin'de Fuşi hükümetine kadar, Hind'de Adaman adalarında, son zamanlarda Japurak Kazaklarıyla Suriye ve California'da oturan Hintler arasında görülmüştür. Bu hayat artık insanlar arasından kalkmıştır. İnsana yakın olan hayvanlarda gözlemleniyor.

Avrupa'da, Amerika'da kadınlar her şey olmak için kendilerinde yorulmak bilmez bir kuvvet bulurlar. Günün bir dakikasını boş geçirmek onlar için tahammül olunmaz bir azaptır. Bizim biçare kadınlarımızla o oldukça hür kadınlar arasında mühim bir mesafe vardır. O, başarıyla ilerleyen kadınlar, gerek sosyal hayatta gerek aile hayatlarında başarı sağlamışlardır. Halbuki bizim zavallı kadınlarımız cemiyet hayatında ölmüş, aile hayatında hastadır.

Uzun tartışmalara kapı açan tesettürün şimdiye kadar yanlış anlaşılması bizi bu hal-i pür melalden kurtaramamıştır. Evet, ne yapmaya teşebbüs edildiyse tesettür bir mania olmak üzere ortaya atıldı. Kadınlar, zamanla dehşetli değişime uğrayan tesettür için ezildiler. Peygamberimiz zamanında bile ticaret, ziraat ve benzeri bu gibi serbest hareketlerinde sıkılmayan kadınlar şimdi, eski kavimlere tanrı olacak kadar büyük gösteren güneşin hayat bahşeden ışığından bile mahrum oluyor. Onun kafesli pencereleri önünce senelerce kalıyor. Bu kadar senelerden beri yüzlerce binlerce kişinin karı-koca olmak üzere tanıdığı iki arkadaş niçin daima bir arada bulunamasın; niçin tesettür onları sokaklarda, bahçelerde, otellerde, tiyatrolarda beraber bulundurmaya mani olsun?

Hiçbir iyi şey fena şeyi yaptıramaz. Bu muhakkaktır. Dinimiz de mademki iyidir o halde esaretin aleyhinde bulunacağı, herkesin hürriyetini vereceği kesindir. Öyle ise tesettür mana-i aslisinden pek uzak kalmıştır. Çünkü şimdiki tesettürle kadınlar yaşadıklarını hissetmiyorlar. Şimdiki tesettür kadınlara "Öl!" diyor. Halbuki din insanların yaşaması için konulmuştur. Tesettür hiçbir zaman kadınların hürriyetine set çekemez. Tesettürü esaret olarak telakki etmek cehaletten başka bir şey değildir.

Genç kızlık, kadının en karışık bir zamanıdır. Evlilik hayatına gireceğinden esaretin pek yakın olduğunu anlayacaktır. Koca seçimi için bir hakkı yok. Anne ve babasının seçimine bağlı, bir yazarın söylediği gibi, evlenen o zavallı kızlar değil, zalim babalardır!

Zavallı kızlar! Hayattaki mutluluğu yalnız bir saatte bulan birçok insanlar(!) her an etrafınızda dolaşmaktadırlar. Onlar, o vahşice sizin gibi çaresiz masumların inlemeleriyle hayat bulurlar. Onlar hisssizdirler. Bilemezler ki hayat ve kadın nedir. Sorunuz. Kadın için "Bir oyuncaktır." diyecekler. Fakat hayır efendim. Kadın her zaman kadındır. İnsandır. İnsandan oyuncak olmaz. Gülünüz. Küçük çocuklar da oyuncak istiyorlarmış. Hiç tereddüt etmeden söylemelisiniz: "Oyuncağımız diyorsunuz, fakat ona sahip olmak için nokta kadar bir büyüklük gösterebiliyor musunuz? Söyleyiniz. Siz yaramaz çocuklarsınız. Elinizi uzatmaya hakkınız yok, çünkü onun da gururu vardır. Oyuncak, kıymetini bilenlere mahsustur."

Bizden başka her yerde genç kızlar pek geç evlenir. Amerika'da, İngiltere'de, İsviçre'de pek çok kızların yirmi ile otuz arasında evlilik yaptıklarını görürsünüz.

Bir akşam önce küçük bey geliyor, anasını yanına çağırıyor.
-Anne beni evlendir. Yarın aramaya çıkmalı ve bir güzel kız bulmalısın. Piyano, ud yahut keman, her ne olursa bir saz bilsin. Okuması yazması olsun. Fransızca, İngilizcesi mükemmel olmalı. İnce belli, uzun boylu, pembe yanaklı, mavi gözlü, sarı saçlı arayacaksın. Esmer olmamasına dikkat et. Burnu ve ağzı düz ve ufak olmazsa istemem. Mutlaka benim seveceğim gibi olmalıdır. Anladın mı? diyor.
Ertesi gün anne yanına birini alarak kız aramaya çıkıyor.

Kadınları hırçınlık, itaatsizlik, gevezelik ile suçlarlar. Bunları ortaya atacak kadar düşüncesiz olanlara ancak acınır. Kadınlar melektir. Temiz bir kalbe sahiptirler. Onları asabileştiren, her şeyi yapan yalnız kendi zevklerini düşünen erkeklerdir. 


Bir bilmece; "Kadınların en az konuştukları ay hangi aydır?" diye sorarlar. Şubatmış kısa olduğu için. Çok kızarım o bilmeceye, kadınları yermek için, kadınlarla alay etmek için uydurulmuş da ondan. Onu yapan adam kim bilir ne beğenmiştir kendini.

Kadınlar içinden bilgin yetişmiyormuş, şair yetişmiyormuş. Nasıl yetişsin, a efendim? Yüz yıllar boyunca okutmamışlar kadını, okuyan kadına şaşılacak bir şey diye bakmışlar. Okuduğu için, bilgiye sanata özendiği için kınamışlar onu, sonra da onun bilgin olmamasını, şair olmamasını yaratılışı gereği sanmışlar. İnsanlar doğru diye belledikleri şeylerin çoğunu kendileri uydururlar sonra da böbürlene böbürlene inanırlar onlara.

Erkekte şu özellikler bulunacak, bu üstünlükler bulunacak; ama kadında yüzde yüz güzellik olacak. Kadının bu toplumda ödevi güzel olmak, erkek denilen efendiyi hoşnut etmek. Bunun için gün olur kadınların süslenmelerine de kızarım. Bıraksınlar erkeğe yaranmayı. Onlara, sen ne isen ben de oyum. Senin aklın, senin bilgin, senin gücün, becerikliliğin seni bezemeye yetermiş, ben sende ancak o üstünlükleri arayacakmışım. Peki, sen de bende o üstünlükleri ara. Güzelleşmeyeceğim senin için, desinler. Sıyrılsınlar erkeğin buyruğundan. 
Bir sözü vardır Tevfik Fikret'in: "Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkum etmiş demektir." Kadınlarda akıl aramayan, incelik aramayan, yalnız güzellik arayan erkek, kendini onulmaz bir anlayışsızlığa, kabalığa mahkum etmiş demektir. 
Erkekseniz övünmeyin erkek olmanızla. Kadınsanız, canım efendim güzelsiniz elbette, daha da güzel olun, ama sizi yalnız güzelliğiniz için sevecek erkeğe yüz vermeyin!