4 Mayıs 2011 Çarşamba

Lüzumsuz Adam- Sait Faik Abasıyanık

Kitabın son yirmi sayfasını fotoğraftaki gibi iken okudum. Tamamı kahveyle ıslanmış bir şekilde. Garip, güzel bir kokusu vardı. Kurudu, şimdi dayanılmaz, berbat bir kokusu var.

Kitaptaki hikâyeler:
Lüzumsuz Adam
Ben Ne Yapayım?
Birahanedeki Adam
Mürüvvet
İp Meselesi
Menekşeli Vadi
Bizim Köy Bir Balıkçı Köyüdür
Kaçamak, Papağan, Karabiber
Bacakları Olsaydı
Ayten
Papaz Efendi
Bir Külhanbeyi Hikâyesi
Kameriyeli Mezar
Hayvanca Gülen Adam

Bu hikâyelerden birkaçını çok sevdim. Onları tekrar okumak istiyorum, fakat kitabın kokusu sebebiyle uzun süre açık tutamıyorum.

Bazı hikâyelerde Sait Faik Abasıyanık birilerine bakıyor, tahminlerde bulunuyor. Hikâye gözümüzün önünde yazılıyor. Bunun da keyifli bir yanı var aslında. Okunur yani, güzel.

"Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum. Dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerinin bile..."

"-Bonjur madam, derim.
-Bonjur mösyö, der, komentalevu?
Lazım gelen cevabı veririm. O, bu cevapla kanmaz. Bana Fransızca herhalde pek hoş lakırdılar eder. Kimini anlar, kimini anlamam. Ne kadar vıy demek lazımsa der, bu vıy'ların arasına kaymasın diye iki tane de no yerleştiririm. Rahat rahat anlaşırız. Elime Fransızca bir mecmua sıkıştırır. Ben de resimlerine bakar, anlayamadığım kelimeleri bir yere yazar, eve gidip lügata baktıktan sonra da anlar, ertesi sabah gelip de mecmuayı tekrar okuduğum zaman "vay anasını" derim.
Madam:
Ön kapuçina?.. der,
Ben:
-Peki, derim önce.
Sonra Fransızca olsun diye sesa'yı yapıştırırım."

"Bu koca şehir ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Böyle birbirini küçük görmeye, boğazlamaya, kandırmaya mı?"

"Sokakta, bir dükkânda, kalabalık bir yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür, hulyasına kapıldım."

"Yedi sene evvel bir sabah evden çıktım, dedi. Tam yirmi bir yaşında idim. Bir şubat ayı idi. Ama bizim dere içi bir bahar sabahı gibi ılıktı. Menekşeler kokuyordu. Ben, kucağımda çiçeklerle Beyoğlu'na çıktım. Çiçekpazarı'nda çiçekleri sattım. On dokuz lira aldım. Hiç içki içmemiştim; içtim. Üç sene evvel evlenmiştim, ama boyalı, kokulu kadın hiç koklamamıştım; kokladım. Ondan sonra eve gitmedim."

"Sevgilimin etrafını kalabalık gördüğüm zamanki gibi bir yalnızlığa kapılıyorum."

"Manav Rıza karısını mahallenin zoruyle almıştı. Fatma çok güzeldi ama Rıza, şöylemesine okumuş yazmış bir kız isterdi. Kızın babasının da hiç olmazsa memur olmasını arzu ederdi. Kaynanasının da hiç olmazsa puf böreği pişirmeyi bilmesini isterdi. Doğru!.. Fatma'nın bacakları hele tahta silerken, görülmemiş şeylerdi. Ne sinemalarda ne de Sarhoş Mehtap'ta böylesini görmüştü: Bir bacakla iş bitmez ki... Evet!.. Saçları da güzeldi: Öyle ince ince, öyle sabah ışığı gibi dökülürdü ki... Saçlarla da iş bitmez. Gözlerinin o hiç eksilmeyen mavi suyu, yazın insanın vücuduna sarılan deniz suyu gibi mavi bir su idi, ama ne fayda!.."

"Gitgide birçok şeyler öğrendi ya; önce gülmesini öğrendi. Mahzun, zarif bir gülüş buldu o ağız. Nereden, nasıl getirdiler bu gülüşü de oraya oturttular, bunu öğrenemedim. Kadınlığın, güzelliğin sırrı!"

Hiç yorum yok: